DOLAR 35,2068 0.3%
EURO 36,7672 0.92%
ALTIN 2.968,331,32
BITCOIN 34546755.12609%
İzmir
16°

HAFİF YAĞMUR

SABAHA KALAN SÜRE

236 okunma

Harput’tan Hırvatistan’a – 2

ABONE OL
04/04/2013 21:42
0

BEĞENDİM

ABONE OL

IMG_1729Struga sınır kapısı gezinin bu kısmı tam manası ile kardeşliğe açılıyordu desek yeridir. Zira kapıdan Arnavutluğa girdiğinizde sizleri gülümseyen gözlerle karşılayan Arnavut sınır görevlileri karşıladığında bunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Makedon sınır görevlilerinin işlemlerimizi yapmak yahut hızlandırmak için rüşvet istemelerine karşın Arnavutlar’ın bu şekilde bir talebi olmuyor. Daha doğrusu bizi dost bildiklerinden, kahveniz varsa içeriz diyorlar ve biz de aracımızdaki fincanlık kahve kapsüllerinden bir kaç tane veriyoruz. Hepsi bu. Buna da rüşvet demek bu insanlara haksızlık olur. Bir kahve nedir ki? Hele ki 100 yıldır ayrı düştüğü kardeşlerini ziyaret eden aynı atanın, aynı mirasın torunları için? Zira kahvemiz olmadığında da bir diğer sınır kapısında “Haydi geç siz bizdensiniz” sözü ile de bu sıcaklıklarını tekrar göstereceklerdi. Arnavutluğa ilk girişimizde sınırdan itibaren bizleri bunkerler karşıladı. Peki nedir bu bunker? Bildiğimiz beton-çelik alaşımlı koruganlar. Ya da daha eski ifade ile mevzi. Arnavutluk’taki bunkerlerin tamamı komünizm döneminde yapılmış. Enver Hoca halka “Mik” yani dost kavramını unutturup “Armik” yani düşman kavramını öğretmek ve onları bu korku politikası ile yönetmek için tüm ülkede 600 binden fazla bunker inşa ettirmiş. Bunkerleri yapan mühendislerin de bir kısmını içerisine koyup üzerine top mermisi ile atış yapıldığı da yaygın bir şekilde söylenmekte. Her ailenin bir bunkeri olmalı ve istila esnasında aile evine en yakın bunkerine gidip orada mevzilenmeli demiş komunist yönetim. Ve 600 bin kadar Arnavut aile, hayatlarında küçük abdest dışında hiç bir niyetle girmeyecekleri bu yapılara ülkelerinin tüm servetlerinin akıtılmasını izlemiş. Bunkerlerin kalınlıkları yaklaşık 40 santim kadar. Bunun ise 20 santimi beton ve 20 santimi çelikten oluşuyor.

 

 

 

 

 

 

BUNKERLERİN MALİYETİ

 

Ufak bir bunkerin çeliği, betonu ve işçiliği ile Arnavutluğa yaklaşık 10-15 bin dolara, büyüklerinin ise 50 ila 120 bin dolar gibi rakamlara mal olduğunu varsayacak olursak, Bunker deyip geçmememiz gereken bu yapıların bir ülkenin geleceğini çalan bir rejimin izleri olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Allah’tan şu sıralar Arnavut hükümeti içerdikleri çelik sebebi ile bunkerleri toplamakta. Ancak birçoğu sarp kayalara, geçit vermez patikalara serpiştirilmiş olan ve her yerden biten bu beton mantarların tamamını temizlemek için mevcut hızla 130 sene geçmesi gerekiyor. Bunu da belirten kişi dayanamayıp “İmkansız!” diyor ve ekliyor; “Neyi nereden temizleyeceksiniz? Kimisi 1200 metrelik bir dağın tepesinde. Kimisi Dayti Dağı’nın zirvesinde 1800 metreye oturmuş halde. 150–180 kilo demiri almak için kim hangi iş makinası ile ve nasıl çıkar o dağa?” şeklinde tahaccüp belirtiyor, Arnavutluk’taki coğrafyacılardan Andri Hoxha. Nitekim bulabildiğimiz bir bunkerin içerisine girip kontrol ettiğimizde ise içeride keçi pisliklerini görmemiz bizi şaşırtmadı. Öğretim görevlilerimizden Taner Şengün hem araziyi incelemek hem de bu yapıları incelemek için araçtan inip çıktığında ise toprağın verimliliğine ve kalitesine hayret ediyor. Tabi bunkerlerin bolluğuna da. Derken tekrardan aracımıza biniyoruz ve Tiran’a doğru depar alıyoruz. Yollar bu istikamette sürekli inişi gösteriyor bize. Yolları ve tabiatı izlerken buraya gelene kadar geçtiğimiz diğer Balkan ülkeleri olan Yunanistan ve Makedonya’da karşımıza çıkmayan bir şeyler daha çıkıyor. Çeşmeler. Arnavutluk, her ne kadar yarım asır kadar ateist diktatörlük altında kalmışsa da kültürel manada bizden bir parçaymış diyoruz. Zira neredeyse her bir kaç kilometrede bir çeşmelerin varlığı kendini belli ediyor. Üzerindeki yazılar ile hayrat maksadı ile yapıldıklarını da anlamış oluyoruz. Sıkça da karşımıza çıkan bazı beton komünist anıtları artık eskimekte ve dökülmekte.

 

KOMİNİZM KENDİ BETONLARI İLE ÇÜRÜMÜŞ

 

Kısacası komünizm, kendi betonları ile çürümüş gitmiş. Ve halk üzerinde bıraktığı harap izler gibi arazide de bir yığın döküntü bırakmış. Bu döküntülerin ve doğal ortamın içerisinden aracımızla yokuş aşağı giderken, yolumuzda sağlı sollu yeşillikler ve akarsular içerisinden geçiyoruz. Ülkede ciddi bir ekolojik problem hemen beliriyor. Akarsu yataklarının pislik içerisindeki durumu Arnavutluğun bakımsızlığını önümüze koyuyor. Çünkü ne Yunanistan ve ne de Makedonya’da benzeri bir doğal ortam kirliliğine rastlamamıştık. Allah’tan Arnavutluk 1500 ila 3 bin 800 mm yıllık yağış gören bir Balkan ülkesiymiş diyoruz. Yoksa bu pisliği kolay kolay hiç bir kişi ve kurum temizleyemezdi. İşte bu akarsuların en önemlilerinden birisi olan Shkumbin nehri yatağına paralel yolu izleyerekten Librazhd kendine geliyoruz. Librazhd Arnavutluğun doğusunda bir şehir. Fazla gelişmemiş olmasına rağmen çok da kötü durumda değil. Zira sınır kapısı ve transit yol üzerinde olmasının hareketliliği burada hemen fark ediliyor. Bir mola veriyoruz. Ve mola için belki de en doğru noktayı seçmiş oluyoruz. Zira kısmetimizde bir yetim ve çaresiz annesi ile tanışmak da varmış.

 

YETİM ÇOCUK VE ÇARESİZ ANNESİ

 

Grubumuzdan buradaki camiyi gezmek ya da içeride namaz kılmak isteyenler ile birlikte avluya girdik. Aslında caminin basit bir köy camisinden fazla da farkı yoktu. Zaten Librazhd şehir merkezinden az bir miktar ötedeydi. Ancak nedense gelmiştik ve kapıda beklemekte olan bir genç bayan ve altın sarısı saçlı oğlu olması muhtemel çocuk dikkatimizi çekti. Annesi oğlunu yeni olmadığı aşikar ancak temiz giysileri ile giydirmiş ve kapıda camiye dönük bir şekilde bekliyorlardı. Grubumuz camiden çıkana dek orada beklemeleri de dikkatimizi çekti ve neden beklediklerini sorduk. Cami imamını bekliyorlarmış. Kadın oğluna Kur’an dersi aldırmak için bekliyormuş. Bu yüzden de oğlunu sanki bayram ziyaretine gidecek gibi giydirmiş. Kısa bir tanışma ve muhabbetin ardından bu genç anneye oğlundan sorular sordum ve babası ne iş yapar? dedim. Sorulmaz belki ancak ağzımızdan öyle çıkıverdi ve sorduk işte. “Babası 8 sene evvel vefat etti” dedi. Peki bakan birisi var mı? Siz çalışıyor musunuz? dediğimde ise gözleri dolaraktan “İşsizim ben. Hemşireyim ama iş yok. Bakmak istemez miyim?” deyince bu diyalogla daha da mahzunlaşan oğlunun başını okşamak ve onu öpmekten alı koyamadık kendimizi. Adı Ergüs olan bu güzel çocuk 8 senedir babasız ve herhangi bir sosyal yardım almadan yaşamakta. Yaşı 12 yaşlarında ve annesinin ağzından cımbızla çıkarttığımız her kelime ile biraz daha mahzunlaştı ve gözleri doldu. Ben de kendilerine “Türkler sizi yalnız koymaz. Bana numaranızı verin” dedim ve bütün iletişim detaylarını aldım. Grubumuzdaki değerli Fırat Üniversitesi akademisyenleri de büyük bir ali cenaplık gösterdiler ve bir öğünlük yemek paralarını bu genç delikanlıya hediye ederek oradan duygulu bir şekilde ayrıldılar. Ayrılırken bu iki mahzun insanın bize gülümser ve müteşekkir halde bakışları ister istemez içimizi sızlattı yüreğimizi aldı bizden. Librazhdda kalbimizi bıraktık ve söylemeden de edemedik. Acaba ülkemiz belediyelerinin her Ramazan ayında yaptıkları binlere kişilik ana cadde iftarlarına harcanan paralar, insanların nazarına vermek yerine, muhtaçlara ve yetimlere fisebilillah bir hayır haline getirilemez midir? Pek tabii ki mümkündür ancak bu işte insani ve yardımlaşma idealizminin, hırs ve parti idealizmini geride bırakacak ölçülerde olması şarttır. Velhasıl minik Ergüs’e hiç bir yardım derneği henüz tek bir yardım yapmış değil. Mevzuyu Kimse Yok mu, İHH, Sadaka Taşı ve hatta Arnavut çocuklarına yönelik yaz ve eğitim oryantasyonu kursları düzenleyen Besader’e iletmemize rağmen sonuç alamadım. Oysaki en azından bu ve bunun gibi onca genç fidan, bir deneme sınavı ile en azından seviyeleri ölçülüp bir eğitim bursu sağlanması için test edilebilirlerdi. Ve bunu Arnavutluk’taki Türk müteşebbislerin kurdukları eğitim kurumlarına da havale ettirmemize rağmen hiç bir sonuç alamadığımı burada üzerine basarak söylemeliyim. Sanıyorum bazı hizmetler sadece kent merkezlerinde yapılıyor diye köyler ve ücra mekânlardaki insanlar fazla nazara vermelik görünmeyebiliyor. Neyse efendim. Librazhd’ı da geçtikten sonra Elbasan ve Dıraç(Durres) üzerinden Tiran’a ulaştık. Şehir bizi her zamanki gibi “süzülmüş taze deniz havası” ile karşıladı. Süzülmüş deniz havası diyoruz zira Tiran şehri, Denizden 35 kilometre içeride kalan 100 metre rakımında bir ova üzerinde kuruludur. Balkanlardan gelen soğuk havayı bi duvar gibi kapatan Dayti dağının dibindeki Tiran ovası ise denizden gelen nemin aradaki mesafede uzanan tepelere bırakıldıktan sonra durgun ve dingin yelleri getirdiği ve hayli tatlı bir iklime sahip bir Balkan şehridir.

 

TİRAN’IN CADDELER GRUBU

 

Tiran’a girişimizde daha önce hiç bir Balkan şehrinde dikkati çekmeyecek kadar büyük ve gelişmiş ağaçların bulunduğu caddeler grubumuz dikkatini çekti. Bu şehir aynı zamanda üzerinde dinamik bir yaşam belirtisi bulunan ve bir şekilde ekonomik aktivitelerin hareket kattığını gördüğümüz tek şehirdi. Boş yere Türk şirketleri buraya 5 milyar dolar yatırım yapmamış dedirtecek kadar da şehirde bir ekonominin döndüğü aşikardı. Ancak Tiran’ın en kötü yanı olan gazinolar dikkatimizi çekiyordu. Bunların arasından adeta görünmez adam misali geçerekten meydandaki tek cami olan aynı zamanda Tiran’ın komünizm yıkımından kurtulmuş tek tarihi eserini yani Ethembey Camii’ni ziyaret ettik. Camiye girişte bir Arnavut, bizden önce gelen Mormon misyonerlerinin camideki cemaate misyoner broşür dağıtmasından duyduğu rahatsızlıkla önce bize sinirlendi. Ardından Türk olduğumuzu söylememize rağmen inandırmamız için benim dışarıda kendisi ile Arnavutça konuşmam gerekti. Adamcağız özür dileyerek uzaklaştı ancak yine de sinirli bir şekilde “Yaş da geliyor kuru da. Ben ne yapayım? Camiye de giremez olduk” diyerek serzenişini dile getirdi.

 

ETHEM BEY CAMİİ

 

Derken Ethembey Camii bizleri mükemmel kalem işleri ile karşıladı. Burada cami müezzini Osman Kabili bizleri güler yüzle karşıladı ve caminin hikâyesini grubumuza anlattık. Zira bu camiinin hikâyeleri bir değil beş değil. Biz en kolay olanını seçtik ve anlattık. Ethem Bey caminin boyama ve nakışlarının sebebini.  Ethem Bey Tiran’daki bir paşa sanılır. Oysa durum bilinenin aksine öyle değildir. Ethem Bey Tiran’daki Osmanlı beylerinden bir beydir. Geniş arazileri ve çalışanları olan, sabun, zeytinyağı ve tarım ürünlerini satan bir tüccar ve toprak sahibidir. Ve pek tabii ki bölgedeki Osmanlı otoritesinde pay sahibidir. Ancak paşa değildir. Ancak dedesi Süleyman Paşa Tiran şehrini kuran Osmanlı Paşası ve aynı zamanda bölgenin bir yerlisidir. Mallarını satmak için sıkça Venedik, Napoli ve Dubrovnik gibi fazla uzakta olmayan yabancı ülke şehirlerine gitmektedir. Bir gün bir cami yapmaya niyetlenir ve bir rüya görür. Rüyasında İstanbul’dadır. Buradaki camileri hayalinde görür ve uyandığında böyle bir cami yaptırmak ister. Artık malının mülkünün bir gayesi vardır. Yine olağan bir ticari sefer için Venedik’e gidişinde oranın ünlü ressamlarından iki İtalyan ressamı Tiran’a getirir. Yaptıracağı cami ise vaktiyle babası Molla Bey’in yaptırmaya niyetlendiği ve inşaatı her nedense yarıda kalmış ya da yavaşça işlemekte olan camiidir. 1789 yılında babası Molla Bey tarafından inşaatı başlatılan camii artık gelecekte Ethem Bey Camii adı ile anılacaktır. İtalyan ressamlar gelir ve Ethem Bey’e sorarlar. Ne çizeceğiz? Ethem Bey cevaplar. İstanbul’u çizeceksiniz. -E nasıldır ki İstanbul? derler. Ethem Bey söyler. Bilmiyorum hiç gitmedim. Demiş Ethem Bey ve eklemiş “Ama diyorlar ki deniz varmış, nehirler, dereler varmış (Göksu’yu ve Kağıthane’yi kastediyor),  saraylar, camiiler minareler varmış. Güzel bir yermiş İstanbul. Bütün bu güzellikleri çizmenizi istiyorum” demiş İtalyan ressamlara. İtalyanlar İstanbul’u çizmeye başlamışlar. Akıllarından bir yandan çizerken bir yandan da düşünmüşler. E deniz varsa, nehir varsa gondol da vardır ya? demişler. Bu yüzden camideki çizimlerde görülen hayal şehirde gondollar gibi Venedik’e has öğeler de bulunur. Ve İtalyan ressamlar caminin resimlerini çizer ve ülkelerine giderler. Camiinin iç tezyinatını ve motiflerini ise Tiran’da bu gezide tanıştığımız değerli bilim adamı Petrit Zorba’nın büyük dedeleri olan Zorba Ailesi sanatkarları çizmişlerdir. Camii tamamlanır ve tarihler 1823 senesini göstermektedir. Ancak caminin inşası ile Tiran’da bir şey daha şekillenmiştir. Tüm şehir ve en önemli iki bulvarı(Deshmort e Kombit ve Zog I Bulvarları), caminin baktığı kıble yönü üzerine şekillenir. Zira sonraki dönemlerde şehre gelecek olan İtalyan mimarlar Armando Brassini, şehrin tam bu noktasına inşa edecekleri binaları caminin baktığı yöne doğru çizmişlerdir. Bu yön ise kıble yönüdür. Kısacası Tiran, ana meydan ve bulvarları ile dünyada belki de farkında olmadan kıble yönüne doğru inşa edilmiş özel bir kenttir. Ancak küçük bir hata yapılmıştır. Zira cami dünyadaki diğer önemli camilerin hata payından biraz daha fazla bir hata payı ile 15° lik bir kıble açısı hatasına sahiptir. Kısacası kıblesi Mekke değil de Mısır-Libya sınırına bakmaktadır. Yani bakması gereken yerden yaklaşık bin kilometre kadar batıya bakmaktadır. Ancak yine de 15° lik mimari bir hata, caminin manevi atmosferi ve güzel tezyinatı yanında hoş görülebilir bir noksanlık olsa gerektir dedik ve coğrafi bakışı sonlandırıp bir noktada gönül gözü ile noksanlıkları güzellikler ile tamamlama yoluna gittik. Bundan sonrasında da bu, böyle devam edecekti ve artık vakit otelimize dönme vakti idi. Zira oteldeki hazırlığın ardından güzelce bir yemek yedik ve Ulqin Restoran’da yediğimiz enfes et yemekleri ile grubumuzdaki insanımız Arnavut mutfağını bir parça tanıma fırsatı buldular. Zira Arnavut mutfağından bahsederken bu milletin 40’tan fazla börek çeşidi ve 300 civarında et yemeği çeşidine sahip olduklarını belirtmeliyim. Biz rastgele girmiştik restorana ve rezervasyonumuz da yoktu. Zaten restoran sahibi de hazırlık yapsa idi daha güzel geleneksel yemekler çıkarabileceğini ancak olanların yeteceğini de belirtmişti. Çok da güzel bir yemek oldu ve otelimize döndük. Ertesi gün Tiran’ın tam kenarında bir çatı misali yükselen Dayti Dağı’na teleferikle çıkacak ve Tiran Üniversitesi’nde incelemelerde bulunacaktık. Birincisi olmadı zira o gün Arnavutluk’ta ulusal yas ilan edilmişti. Güneyde 13 genç bir okul gezisi esnasında 230 metre aşağıdaki şarampole yuvarlanan araçları ile elim bir kaza sonucu vefat etmişlerdi. Biz de onların üzüntüsüne ortak olarak çıkamadığımız Dayti üzüntüsü ile beraber artı bir burukluk içerisinde Tiran şehrinde yediğimiz son güzel Arnavut köftesinin tadı damağımızda bir halde bir diğer tadın adresine, Tiran’daki Dünya Bektaşi Merkezi ziyaretimizi öne almış olduk. Burada bizleri her zamanki sevimliliği ile karşılayan Derviş Mikail, tekkeye buyur etti ve zikir odalarını gezdirmesinin ardından içeriye şeref salonuna aldı. Mikail ya da Arnavutça adı ile Derviş Mikeli, hayatında hiç evlenmemiş olan ve ömrünü tekkedeki faaliyetler için vakfetmiş genç ve pırıl pırıl bir insan. Burada Bektaşiliğin Arnavutluk’taki serencamı üzerine hepimizi gayet güzel ve sevecen uslubu ile bilgilendirdi. Ve çok güzel sesi ile çok güzel bir ilahi ziyafeti sunarak gönüllerimizde güzel tınılar ve kalbimizde güçlü bir muhabbetle yola çıkmamız üzere bizi yolcu etti. Yolcu ederken de tekke bahçesindeki merhum Bektaşi babaları ve dedelerinin kabirlerini tek tek gezdirdi ve hürmetle girdiği her kabirde bize oradaki merhum hakkında kısa anekdotlar anlattı. Ve yine tekke bahçesindeki Camii inşaatını gururla göstererek “Biz de Müslümanız! Ve camii bizden ayrı değildir. Bu da bir mesajdır.” diyerek vurguladı. Dileriz mesaj gitmesi gereken güzel kulaklara ve gönüllere ulaşır. Caminin oldukça profesyonel bir şekilde yapılmakta olduğunu gördük ve sorduk. Ne zaman bitecek? “Paramız olursa ve Müslümanlar yardım yapmaya devam ettikçe bitecek” dedi.  Kim yaptırıyor? dedik. “Müslümanlar. Yani siz, biz hepimiz.” diye cevapladı Mikail. Yani Cami yapımına sınırlı oranda destek olmuş olan ne sadece Türkiye’yi ne sünnileri ne de bektaşileri ön plana çıkarmadan, “Müslümanlar” demesi sanıyorum Bektaşiliğin ne yönde durduğunun bilinmesi açısından güzel bir mesajdı. Ancak Derviş Mikail, çok sevdiği Türkiye’nin onları çok sahiplendiğini de ekledi. Türkiyesiz olur mu? diye gülümsemesinde ise ülkemizin desteğinin Arnavutluk Bektaşileri için de ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu ve bu gözlerin de Türkiye’yi gözlediğini öğrenmiş olduk. Tekkeden ayrılırken Mikail bizleri kapıda bekledi ve gözden ayrılana dek el salladı. Birçoklarınca eleştirilen, tekkelerindeki resim ve heykeller ön plana çıkarılarak İslam dışı sayılan bu güzel insanların mekanında İslam’ın en azından hoşgörü ve gönül güzelliğinin ön planda olduğunu hatırlatmamızda fayda mülahaza ediyorum. Zira aramızdaki herkes tekkeden sanki bir aile bireyi imişiz gibi güzel bir sıcaklıkla uğurlanma huzuru ile ayrıldı. Gerçekte de durum bundan farklı sayılmaz. Zaten araya giren onca üvey babaya rağmen kardeşliğin ne kadar gerçek ve bozulmaz temellerle var olabildiğini görmüş olduk. Tiran’daki bu güzel ve son manalı ziyaretin ardından ise İşkodra’ya doğru depar alacaktık. İşkodra müdafaasının efsanevi şehidi, Hasan Rıza Paşa’nın kabri dahi İşkodra’ya gidişimiz için başlıca başına bir sebepti. Ve artık tekerler İşkodra’ya doğru dönüyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

    En az 10 karakter gerekli


    HIZLI YORUM YAP