Kürt sorunun çözümüne ilişkin atılacak adımlar iç siyasi mülahazaların çok ötesinde olup, bölgesel büyük bir sorun ile alakalıdır. Tüm Anadolu, Mezopotamya ve Orta Doğu’yu, İslâm Dünyasının genelini ilgilendiren, geleceğini etkileyen bir husustur. İç siyaset dengelerindeki değişiklik ve yelpazelere/dalgalanmalara göre konumlandırılamaz. Açık ifade etmek gerekirse, bölgenin ve İslâm’ın geleceği Kürt sorununun çözüm şekline bağlıdır. İç siyasi mülahazalarla sınırlı bu çerçevedeki bir zeminden olayın bütününü kavrayabilmek mümkün görünmemektedir. Türkiye’de siyasilerin Kürt sorunu gibi bölgeyi kapsayan kapsamlı sorunları salt günlük iç siyasi mülahazalar ve hesaplar üzerinden değerlendirip ele almaları sorunun çözümüne ilişkin adımlarda başlıca handikapı oluşturmuştur. Öncelikle bu handikapın aşılması elzemdir. Kürt sorunu bağlamında, Kürt kimliğinin batı destekli Marxist/Stalinist kökenli seküler-din karşıtı örgütler aracılığıyla rehin alınıp, gasp edilmesi suretiyle, İslâm’ın Anadolu ve Mezopotamya’dan kovulup güneylere, Arap yarımadası ve çevresine hapsedilme, Batı’nın Reconquista dediği meş’um projeler adım adım sürdürülürken, İslam’ın geleceğini etkileyecek böylesine hayati bir sorunun çözümüne ilişkin atılacak adımlar iç siyasetin/günlük siyasetin dalgalanmalarına mahkum edilemez.
Türkiye’de Tek Parti dönemi Resmi ideolojisinin ve vesayetin çok uzun sürmesinin, ülkeye çok zaman kaybettirdiği, fırsatlar kaçırttığı, bir hayli geç bıraktığı âşikâr. Türkiye’nin Lozan sonrasında adeta zorla hapsedildiği sınırları/prangaları aşarak çevresine, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’ya açılma hususunda bir hayli geç kalmış olduğu ve bu hususta bir alt yapı hazırlığında bulunmamış olduğu da açığa çıkmıştır.
80’li yılların sonundan itibaren Orta Doğu’ya tekrar açılma, bağ kurma zorunluluğu baş gösterdiğinde ise bölgeye onlarca yıl süren zorunlu yabancılaşma, ülkeyi bu konuda zora soktu. Bölgeyi hiç bilmeyen hâriciye kadrosu Ortadoğu’ya ilişkin hiçbir ciddi ve özgün planlama ortaya koyamadı. Türkiye hâriciyesi ve diplomatik misyonu bölgede, Paris-Londra merkezli bir bakış açısı aralığına mahkum kaldı. Statükoyu aşamadı. Türkiye’nin yüzünü batıya dönme, bölgesine yabancılaşma öyle bir düzeydeydi ki, Hicaz’a gönderdiği Hac-Umre ziyaretçilerinden dolayı Cidde’de konsolosluğu bulunan Türkiye’nin Cidde konsolosları neredeyse son on sene öncesine kadar Kabe’yi, Harem-i Şerifi hiç ziyaret etmemekteydiler.
Türkiye, Orta Doğu denkleminde var olma konusu 90’lı yıllarda farz düzeyine geldiğinde ise uzun süreli yabancılaşmadan kaynaklanan hazırlıksız yakalanma ve ciddi bocalama sürecine girildi. Özellikle Arap Baharı olaylarının batılılarca Hazan’a dönüştürülmesi bu sürecin yönetilmesini imkansız hale getirdiğinden Yemen’den Irak’a, Suriye’ye, hatta Libya’ya Ortadoğu’da günümüzdeki kaos ve kargaşa ortamı hakim oldu.
Türkiye’nin Lozan sonrasından beri Meriç ile Aras nehirleri parantezine alınma/hapsolma durumu, özellikle II. Dünya Harbi akabinde oluşan iki kutuplu dünya, Doğu blokunun, Yunanistan hariç, tüm balkanlara ve Kafkaslara tamamen hakim olması, yine 1990’lara kadar Balkanlar ve Kafkaslara açılmasının önünü iyice kapadı. Ayrıca resmi ideolojinin, Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabında ana hatlarını çizdiği Lozan sınırlarına hapsolma, Meriç’in ötesini göz ardı etme politikası bu statükoyu iyice katmerleştirdi. Son yüz yıllık süreçte, Türkiye, Balkanlı/Rumelili en büyük Müslüman diasporasını barındırmasına ters orantılı bir ilişki biçimi oluşturuldu. Bu Türkiye’nin Balkanlarla, Türkiye’deki Balkan/Rumeli kökenlilerin anavatanları ile olan bağını büyük ölçüde kopardı. Tüm bu sebeplerden dolayı, 1991’den itibaren Türkiye, özellikle Bosna savaşında bölgede ciddi bir etki gösteremedi. Ayrıca, Türkiye’nin kendi çevresi ile de alakayı, Türkçe konuşan/Türk toplulukları, Dış Türkler söylemi üzerinde yoğunlaştırmış olması, Osmanlı’nın bakiyesi olan ana dili Türkçe olmayan Müslüman topluluklarla yeniden sağlıklı bir bağ geliştirilemedi. Neredeyse küstürüldü. Özellikle Türkiye hâriciyesinin ve bölgede faaliyet gösteren uluslar arası kuruluşlarının bu reflekslere dayalı bir siyaset üzerinden faaliyet göstermelerinden, bölgenin Osmanlı bakiyesi olan en kalabalık Müslüman nüfusu olan Arnavutlara yeterli bir açılım sağlanamadı. Bahusus, Balkanlarda, Eski Yugoslavya’da, Mamuşa merkezli bir siyaset ve stratejide halen de ısrar edildiğinden Arnavutlarla olan ilişki ağı yeterli düzeye bir türlü getirilememektedir. Yirmi yıldır bölgeye ilişkin açılımlarda bulunan bir kimse olarak bu statüko ve ısrar yüzünden sürekli baltalandığımı söyleyebilirim. Oysaki, Osmanlı zamanında idare ve bürokrasinin omurgasını oluşturan, en güçlü topluluk Arnavutlardı. Arnavutlar Osmanlı’nın Balkanlar/Rumeli’deki en büyük gücü ve güvencesiydi. Türkiye en kalabalık Arnavut diasporasına/nüfusuna sahip ülke konumundadır. Son günlerde Makedonya’daki gelişmeler, bu siyaset tarzının ne kadar yanlış olduğunu ve ne kadar fırsatları kaçırttığını büyük zaman kaybına yol açtığını gözler önüne sermektedir.
Tüm bu çerçevede, Türkiye’nin yeni süreçte, gerek Kürt sorununda, gerekse Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkaslarda son yüz yıllık süreci bütün detayları ile muhasebe edip, temelsiz hayallere, maceralara da asla prim vermeyen, sağlıklı bir yol haritası ortaya koymalıdır. Özellikle Referandum sonrasında bunlar daha da âciliyet kesbetmektedir.
Müfit Yüksel
Yeni Şafak
ARAŞTIRMA-İNCELEME
1 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
3 gün önceHABERLER
6 gün önceHABERLER
10 gün önce