18 Ocak 2016 Pazartesi
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Geçen sene Sayın Cumhurbaşkanımızın Bulgaristan ziyaretinden sonra, Bulgaristan da Türk siyasetinde bir şey değişmediğini ben ve benim gibi duyarlı gençler görmüştük. Bunu görmek için doğup büyüdüğüm topraklara gitmeye gerek yok sanırım. Dünya siyasetini biraz takip eden ve dünü, bugünü değerlendirip yarın hakkında bir düşünce tarifini yapmayı bilen herkes perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu söyler. Aklı başında bir Balkan Türkü de HÖH’ ü hala Ahmet Doğan’ın yönettiğini ifade edebilir herhalde. Son yaşananlarla da bu durum perçinlenmiştir. O ziyaretten sonra Bulgaristan siyasetinde halkın değişimi canı gönülden istediğini, mevcut politikanın halka faydasının olmadığını, bireysel çıkarların toplumsal çıkarlardan önde tutulduğunu, birilerinin tabiri caizse derebeyliğini ilan ettiğini, gençlerin önünün tıkandığını, din, örf-adet, dil, kültür önceliklerinin olmadığını söylemek çok da tahmin sayılmaz herhalde. Ben bunları sorumluluk adına söylerken, başta bazı BALGÖÇ yöneticileri olmak üzere, Balkan camiası üzerinden rant hesapları yapanlar, siyasi ideolojik saplantı içinde olanlar, bazı ağabeylerimizi ve ileri gelen yöneticilerimizi bölücülükle suçlamışlardı. O ziyaret nedense birilerini çok rahatsız etmişti. Aynı suçlamalarda bulunan bu kendini bilmez insanlar şimdi gerçekler ortaya çıkınca hiçbir şey olmamış gibi davranıp dün suçladıkları kişileri neredeyse iltifat yağmuruna tutacaklar. Neden acaba… Hemen cevap vereyim. Dün savundukları insanlar bir güç, bir erk sahibiydi ve çıkarları dahilinde hareket ediyorlardı.
YALANCININ MUMU
Yalancının mumu gene yatsıya kadar yandı ve gerçek, bir güneş gibi yine yalan olanları sildi süpürdü. Bu ve bunun gibi kişiler gerçek yüzlerini bu olaylar sonrasında da göstermiştir. Dün yanlışın yanında çıkarı için olan yarın aynı çıkarları için erk ve güç sahibi olanların yanına geçmekte gecikmeyeceklerdir. Bunlar gibilerinden senelerdir hayır gelmediği gibi bundan sonra da gelmeyeceği çok ayandır. Bugün adını dahi söyleyemeyip, hitabet nedir bilmeyen, temsil ettiği camianın önüne her çıktığında desteğinizi bekliyoruz deyip iş icraata gelince de çareyi topu hep başkalarının üstüne atmakta bulan zihniyet artık gitmelidir. Tepeden inme idarecilerle nereye kadar gidilebilir ki. Vakit aydın fikirlerin, taze filizlerin ve yetişmiş beyinlerin vaktidir. Onca kendini gerek siyasette gerek sivil toplum örgütlerinde yetiştirmiş gencimiz varken Balkan camiamızda sesleri duyulmadığı için bir adım ileri gidilememiştir..Fırsat verilse hepimizin konuşacak bir takım cümleleri vardır elbet. Yapılan yanlışlıklar her ne olursa olsun zararı camiamızadır. Zararın da neresinden dönülürse kardır. İşte bu gidişatın içinde balkanlar olarak kendimize gelmeli, içimizdeki ak ve karayı görmeli, camiamız yararına olacak olan bütün adımları atmayı bir görev sayarak hareket etmeliyiz. Aksi takdirde gidişatımız hiç de hayırlı gözükmemektedir. 1980 sonrasında doğmuş ve ailesinde Belene denen o utanç adasında kalmış, senelerini adı için, dini için, dili için, hayatını vermiş birisinin kuzeni olarak geldiğimiz coğrafyada çok sıkıntılar yaşadık ve görünen odur ki hala da o sıkıntıların değişik versiyonları yaşatılmak istenmektedir. Tarihimizden dersler çıkarıp bilgi ve deneyimini birleştirebilecek, davamıza sahip çıkabilecek gençleri bir araya getirebileceğimi adım kadar iyi biliyorum. Yeter ki fırsatı verilsin… Yeter ki benim de söylenecek sözüm var denildiği vakit ”Sen ne bilirsin,…. daha yaşın kaç ki,….. dün geldiniz cümleleriyle karşı karşıya bırakılmayalım. Allah bu aziz milleti korusun ve kollasın…
Mesele o parti bu parti değil aslında. Mesele Balkan camiamızın çeyrek yüzyıldır burada yaşayıp bu ülkenin gerek iç gerekse dış siyasetinde görev almak gibi bir gayesinin olmamasıdır. Evet, insanımızın açken pasta yemeyi düşünmedikleri gibi ev bark ve yerleşim sorunları varken kalkıp siyaset yapmalarını da beklemiyorum elbet. Ama şöyle de bir gerçek var. Ne zaman ??? Şimdi değilse, ne zaman? Camiamızdan çok defa şöyle sesler yükseliyor. Duyuyorum.’’ Bizden aday mı çıkartırlar. Biz bu fesatlıkla bir şey yapamayız. Bizim yetişmiş siyaset yapacak kimimiz var ki?’’ Bu soruyu yirmi beş sene evvel sormuş olsaydım cevaplar kabul edilebilirdi belki ama sene 2015 olmuş. Camiamız bunları bir cevap olarak değil, bir mazeret olarak görmeli günümüz bürokrasisi ve siyasetinde yer almak üzere hareket etmelidir. Bunu da bu parti şu parti olarak görmemelidir. Ne eksiğimiz var derseniz çok değil derim. Türkiye’mize en son gelmiş olanlar bile bugün beşeri olan ihtiyaçlarımızın (Kariyer, ev, iş, araba, yat, kat mal mülk maşallahımız var. Allah daha güzellerini nasip etsin inşallah ) hepsini karşılayabilecek durumdalar. Mesele maddiyat meselesi değil… Tuttuğum nabızlarda bunu böyle gösteriyor.
NEDEN BU ARENADA YOKUZ?
Peki neden bu arenada yokuz. Birkaç cevabı ben vereyim, gerisini de siz tamamlayın atık. Bizler bir kere bazı şeylerde olduğu gibi siyaset işini de başkalarından bekliyoruz. Böyle yaptığımız için de yerimizde saymaya devam ediyoruz. Geçtiğimiz seçimlerde milletvekili, daha öncekilerde de belediye başkanı veya encümen çıkarabilecekken yine aynı sebepten dolayı sınıfta kaldık. İstisnalar kaideyi bozmuyor tabi. Tabii ki bazı kıymetli abi ve ablalarımız bu işe soyunmuş durumdalar ama bazı etnik gruplara nazaran demografik olarak daha fazla ya da eşitken aldığımız sonuçlara bir bakın, çok da iç açıcı olmadığını göreceksiniz. Kıymetli bir siyasimizin ağzından duyduğumu paylaşmak istiyorum. “Siz yoksanız tilkiler vardır. Son 300 yıldır İngilizlerin oyunu ile Müslümanlar siyasete girmemişleridir. Pakistan’da halen cenaze namazında sorarlar. Bu adam siyasetle uğraştı mı? Eğer siyasetle uğraştıysa cenazesi kılınmıyor’’ demişti. Camiamızın böyle kırılmaz tabuları yok Allah’a şükür ama aşılması gereken bir takım meseleleri var. Bizim siyaset yapmaktan korktuğumuz gibi bir gerçeğimiz var mesela. Bu da geldiğimiz coğrafyalarda bırakın siyaset yapmayı, yerel yönetimlerde söz sahibi olmayı yüksek sesle bile düşüncemizi dillendirememekten geliyor. Bunları anne ve babalarımız çok derinden yaşadıkları için bu ülkede süre gelmiş olan alışkanlıklardan dolayı siyaset yapmaktan korkmalarını doğal karşılıyorum. Ben ismi yüzünden ve Türkiye’ye kaçmaya çalışırken yakalanıp senelerce Belene Kampı’nda yatmış bir dayının yeğeni, öz dilini konuştuğu için ceza yemiş bir kardeşin ağabeyi, sadece hakkı olanı savunduğu için Bulgar polisinden çok defa dayak yemiş bir anne babanın evladıyım. Bunu kendi anne ve babamdan çok iyi biliyorum. Üniversite yıllarımda gerek sivil toplum kuruluşlarında başkanlık yaparken gerekse bazı siyasi partilerin yönetimlerinde görev alırken o korkularını yakinen yaşadım. Ama korkuların ecele ya da olacaklara faydası yok ne yazık ki. O korkuları yenip gelecek nesillerimize ‘’Bu memlekete neden geldik? Sorusuna düşünmeden cevap verebilecekleri bir gelecek bırakmak bizim en büyük görevimiz olmalıdır. Diyeceksiniz ‘’Bu memlekette neden siyaset yapalım, neden bürokraside bir yer edinelim diye. Neden mi? Atalarımız neden yaptılarsa onun için. Biz de onlar gibi dünya siyasetinde yerimizi almalıyız. Herkes kıymetlidir ve nasıl yönetilmek istiyorsa öyle yönetilmelidir. Ya da yönetmelidir!!! Okuldayken bazı hocalarımız ‘’Siyaset, derdi olan kişilerin yeridir’’ derlerdi. Biz vatan hasreti nedir, yurt özlemi nedir çok iyi bilen bir camiayız. Bizler bir kere değil çok kez evlerinden yerlerinden yurtlarından; kimi zaman siyaseten kimi zaman savaş sebebiyle göçe tabi tutulmuş göçmenler olarak düşünüp memleketimize sahip çıkmak en büyük görevimiz olmalıdır. Geleceğimiz aynı göçlere tabi tutulmasınlar diye, daha yaşanılır bir Türkiye için, ülkemizde zerre kadar hakkı olmayanların meclisimizde bağırıp çağıramaması için, gençlerimizin gelecek kaygısı duymaması için, sadece ülkemizde değil dünya çapında parmakla gösterilen tarihe imzalar atabilen, ataları gibi büyük insanlar olduğumuzu göstermek için, tarih boyunca vardık ve var olmaya devam edeceğiz demek için, bizler ve geleceğimizin teminatı olan gençlerimiz için siyaset yapmalıyız. Bunu da en temiz şekliyle, temsil ettiğimiz camianın başında güven vererek layıkıyla yapmalıyız. En temiz şekliyle yapmışlar ve bütün kötü olan taraflarına rağmen kirlenmeden yapmayı başarmış olan Balkanlı büyüklerimiz var. Ecdadımız emsal olarak yeter… Bu memleket kolay kurulmadı, atalarımızın yadigarı olan vatanımıza sahip çıkmak istiyorsak, başkalarının başımıza gelmesini istemiyorsak, kendi ülkemizi kendimiz yönetebiliriz demek istiyorsak SİYASET YAPMALIYIZ. Buna da yerel yönetimlerde siyaset yaparak başlayabiliriz. Bizi idare edenlerin bizden, camiamızı anlayan, yakinen nabzımızı tutan ve her ne pahasına olursa olsun davamıza sahip çıkacak olanlarla yollara çıkmalıyız. Sadece İzmir’de birileri istiyor diye değil, bizlere yanlarında yer vermek isteyenlerin yanında başlamalı ve kendimizi yetiştirmeliyiz. Yetiştirmeliyiz ki gerek kendi içimizde gerekse içinde bulunacağımız toplumun içinde kandırılmayalım. İstediğimiz sesi istediğimiz kurum, kuruluş veya siyasiden alabilelim. Bu ancak bu şekilde mümkün olabilir. Evet bu yollar meşakkatli ve bazı zorluklara sahip olabilir. Ama bu zorlukların bazılarına atalarımız bizler için katlanmış ve sayelerinde diniyle imanıyla örfü adediyle dimdik yürüyoruz memleketimizde. Yürüyemediğimiz, konuşamadığımız bir Bulgaristan’dan geldik. Hatırlayın ve asla aklınızdan çıkarmayın. Tekrar aynı sonu yaşamak istemiyorsak daha çok çalışmalı davamıza sahip çıkacak olanın yanında saf tutmalı ve ardımızdan gelecek olan nesillere de örnek olmalıyız.
Kıymetli babacığım…
Bugün, torunun Tuna dizimin ucuna oturdu ve sordu. Anneciğim dedem nereden geldi diye J Bize okulda öğretmenimiz bir ödev verdi. Herkes dedelerinin geldiği yöreleri, neden geldiklerini ve nasıl geldiklerini araştırıp arkadaşlarınızla paylaşın dedi. Oğlumun ödevine yardımcı olması için bende girdim kütüphaneye. Ecdadımız konusunda çok kitap ve kaynak buldum ama Balkan Türkleri konusunda yazılmış olan, yapılmış olan araştırmaların olmadığına ya da yeteri önem verilmediğine şahit oldum. Sizlerin ve büyük dedemin anlattıkları dışında, orada bire bir ve uzun süreler yaşamış olduğunuz sıkıntıları yazan kitapları bulamadım. Bulamadığımı görünce de, oğlum; anne büyüklerimizin yazdığı kitapları birileri mi çalmış diye sordu çocuk aklıyla. Bende girdim internete ve bu konuda yazılmış olacağına inandığım kaynakları araştırmak istedim. Karşıma seninde tanıdığın kıymetli bir şairimizin şiiri çıktı. Şöyle başlıyordu;
Adımız adına terk etmedik mi dedelerimizin yadigârını,
Ata vatan topraklarını?
Adımız adına akıtmadı mı?
Analarımız, babalarımız gözyaşını, bedenlerindeki al kanını!
Adımız adına kıymadı mı şehitlerimiz canına, yaşatmak için Türk şanını?
Adımız adına atılmadılar mı Belene ölüm kamplarına,
Cesetler verildi domuzlarına.
Adımız adına silâh çekilmedi mi Ahmet’ine,
Mehmet’ ine Hasan’ına Ayşe’sine, Fatma’sına, Türkân’ına!
Adımız adına ödemedik mi Harçlığımız olan paraları, 5, 10, 20 levaları.
Adımız adına yıkmadılar mı, dedelerimizin mezar taşlarını, açtırdılar ninelerimizin başlarını.
Adımız adına, sığınmadık mı Şanlı Türk bayrağının altına, kardeş yüce Türk halkına?
Adımız adına soruyorum?
“Evet” diyor kafa sallıyorsun.
Ama hala Bulgar adı taşıyorsun, bu karalanmış adınla yaşıyorsun!
Ne demek İvan Dragan Petkan?
Taşıyorsun bu adı utanmadan, silip atmıyorsun pasaportundan.
Son kıtama kızma, onu bir kalem yazdı.
O kalemi tutan bir el, o ele hükmeden acı çekmiş bir beden.
Anladıysan bu kalemin feryadını.
Adımız adına al yine Türk adını. [1]
MEHMET AMCA’NIN ŞİİRİ
Güzel yazmış Mehmet amcam, ben çok küçüktüm onunla tanıştığımda. Oğluma kısmet değilmiş onunla tanışıp istişare etmek. Keşke daha çok büyüğümüzle muhatap olabilseydim tarihimizi oğluma anlatmak adına. Oğluma mirasımı birinci ağızdan anlatarak bırakabilseydim milliyetini. ‘’Büyük yazarlarımızın’’ hayatta olmasalar da kitaplarıyla tanıştırabilseydim oğlumu. Kızmasın bana büyüklerim, bana bilim ve edebiyat yapabileceğim kaynaklar bırakmamışlar. Sende bunlardan birisin, üstüne düşen görevi sadece facebook’a yazmış ve unutulmuşsunuz. Oysa insanoğlunun bir görevi de nesillerine mirasların en güzelini bırakmak değil midir? Neden? Sevgili babacım. Bize en çok sahip çıkmamız gereken milliyetimizi, özümüzü, örfümüzü, adet ve annemizi öğretmediniz. Neden sadece şikâyet eden tarafta bulundunuz. Neden uğruna kan döktüğünüz memleketimizi terk ettiniz. Bakın Türkiye ve Rodoplar’ın şimdiki sahiplerine. Dökülen kanların hakkı olanı sanki sadece seçimlerde gidip oy kullanmakmış gibi yetindiniz. Feryadınızı cihana duyurmak yerine vatanım dediğiniz yerde sadece ev yapıp, araba alıp gezdiniz. Neden ödediğimiz haraçların hesaplarını sormak, sizlere yaşatılan ikinci sınıf muamele için birlik olup, siyasette ve sivil toplumda söz sahibi olmadınız. Mezarları bile olmayıp domuz midelerinde olmayı hak etmeyen şehitlerimize borç ödemeyi sadece facebookta paylaş, yorum yap ya da beğen tuşuna basmak mı bildiniz. Yazık! Çok yazık. Bana sen söylemiştin ‘’Söz uçar yazı kalır kızım.’’ diye Bana kızma sevgili babacığım, son kıtama kızma, onu bir kalem yazdı. O kalemi tutan bir el, o ele hükmeden oğlunun sorusunu cevaplayamayıp, arayıp da bulamadığı geçmiş hasretiyle yanan bir beden. Bu kalemin isyanı, sadece oğluma bir miras bırakamayacak olan bir ananın feryadı.
Seni çok seven ve çok özleyen kızın Türkan………..
Evet sevgili dostlar!!! Böyle mektuplar bir bir gelmeye başlayacak ve Türkan’ın babası gibi içimiz sızlayacak. Belki de sızlamayacak ama böyle giderse gelecek nesillerimiz ‘’Kimsiniz?’’ sorusuna cevap bulamayacak…
[1] Mehmet SERBEST, BULGARİSTAN TÜRKLERİ EDEBİYATI grubundan alıntı.
İnsan türünün bir birikimi olan sanat, insan olmanın da birikimidir… Sanatın tarihi, aslında insanca yücelişin tarihidir. Sanatın hangi alanına bakarsak bakalım merkezinde ‘insan’ı görüyoruz.
AŞKIN MESUT
Sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alandır. Bu yüzden “barış” düşüncesi çağdaş sanatın ve sanatçının kafa yorması gereken bir olgu olarak gündemden hiç düşmüyor… İnsanların savaştan, yokluktan, açlıktan kırıldığı bir dünyaya herhangi bir “insan”ın kayıtsız kalması düşünülemez zaten… Sanat-edebiyat adamının ‘kötü’ye karşı tavrını, bu açıklığıyla kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros’un kaleminden okumuş olsak da, bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı… [1]
SAVAŞ VE BARIŞ
Bilindiği üzere dünya döndükçe barış ve bizlerin barışı algılayışı farklılıklar göstermişse de; artık günümüzde insanlığın savaşa karşı geliştirdiği bilinç küçümsenemez bir boyut kazanmıştır. Savaş ve kargaşanın kol gezdiği coğrafyalarda bile bu böyledir. Çünkü savaşı da barışıda inşaa eden insanlardır. İşte bizlerin de kafa yorması gereken tarafı da budur. Bunu kimimiz kalemi (Nuri Tutgut Adalı), kimimiz fırçası (Aynur Açıkgöz), kimimiz de notalarıyla (Fahri Nur) dile getirir. Değişen sadece icra eden eller ve zihinlerdir. Öyleyse bizler kötü diye tanımladığımız savaşın karşısında sanatla durulabilir miyiz? Evet belki sanat tek başına yeterli olmaz barış için ama şairin dediği gibi “Dünyayı tek şey değiştiremez. Ne politika, ne ekonomi, ne sanat, ne de spor.” Parçalar birleşir, bir bütünü oluşturur. O bütün yaratır bu koca dünyayı, o bütün değiştirir bu gidişatı. O bütünü oluşturan öğeler birbirlerini tamamlar, birbirlerinden etkilenirler. Yepyeni bir uyum yaratılır. O uyumun sağlanmasında minicik bir vidanın bile önemi çok büyüktür. Savaşla ilgili birçok roman ve birçok kitap yazılmıştır. Ama beni bu alanda en çok etkileyen Tolstoy ve Hemingway olmuştur. Okuyanlarınız varsa Tolstoy, “Savaş ve Barış” adlı romanında savaşı ve onun getirdiği yıkımı eşsiz bir ustalıkla dile getirmiştir sanırım. Bunu da en sevdiği şeyi dillendirerek yapmıştır. Sanatını!
SANATÇININ AYDIN KİMLİĞİ
Sanat, söylenecek sözü, çizilecek resimleri, çalınacak notaları olanların işi olduğuna göre, barış kavramı da bu duyarlılıkta insanlarla paylaşma sürecinin ayrılmaz bir parçası olmak durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak sanatçının aydın kimliğinden gelen sorumluluğunu da ortaya koyar. Bu sorumluluk insan bilincinin, barış idealinin gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üslenmesiyle gerçek olur. Sanatçı, insanı ‘insan’ yapan duyguları yüreğinde duyduğu, insanoğluna olan ilgi ve sevgisini duygusal olmaktan çıkarıp, düşünsel düzeyde belleğinde var ettiği sürece insanoğlunun onuruna, kişiliğine, özgürlüğüne, temel hak ve hukukuna ve varoluşuna yönelik her eylemin karşısında yer alır. Böyle bir duruş sanatın da varoluş nedenlerindendir. Sanatçı, savaşın topuna-tüfeğine, bombasına karşı kalemini, fırçasını, notasını koymasının bir zorunluluk olduğu anlamına gelir. İşte o zaman insanın özüne ilişkin o gizli güç Eluard’ın deyişiyle “Asıl adalet”e dönüşür;
“İnsanlarda en sıcak kanun
Suyu ışık yapmaları,
Düşü gerçek yapmaları,
Düşmanı kardeş yapmaları”dır…
Savaşın kahredici ortamına, dayanılmaz bencilliğine ve durdurulamaz gibi görünen yok ediciliğine dayanamayarak yenik düşen sanatçılar da olmuştur. Virginia Woolf, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği günlerde eşine yazdığı kısa mektupta; “Çıldıracağım, bu tüyler ürpertici günlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Bu duyguyu yenmeye çalıştım ama olmuyor” diyordu. Bilindiği kadarıyla da bu Woolf’un son mektubu olmuştur. Sanatçı da her insan gibi kendisini ilgilendirmeyen işler olduğu gerekçesiyle vicdanını yatıştırmaya çalışmamalıdır. Ne diyordu H. Cibran: “zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz olamaz”. Sesini, en iyi yaptığı neyse o alanda duyurmalı ve evrene mesajlarını her daim göndermelidir. Göndrmelidir ki insanoğlu var oluş sebebine daha da yaklaşsın.
STK’LARIN OYNADIĞI ROL
Barış içinde bir yaşamı hazırlamada sanatçısından mühendisine, öğretmeninden doktoruna, çiftçisinden işçisine kadar kısacası kendine insanım diyen herkese barışı inşa etmede görev düşüyor. Düşünce ve amaçları ne olursa olsun her kesimin ve onları temsil eden sivil toplum örgütlerinin bu konuda en önde ve aktif rol oynamaları gerekir. Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir ve savaşan tarafları aydınlatabilir. Sanata kimin gücü yetebilir ki?”[2] sorusunu da unutmadan; büyük bir dönüşüm ve değişimlerin eşiğindeki coğrafyamızda ve yerküremizde; Taksim’den Suruç’a, Trablus’tan Bogota’ya, Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan halk hareketleri bir kez daha dünyayı değiştirmeye taraf olmaktadır; böyle giderse daha da olacaktır. Zihinleri de, geleceği de, dünyayı da biçimlendirecek olan güçlerden biri de sanattır…
Aşkın MESUT
[1] A. Hicri İZGÖREN Sınır Dergisi / Sayı 3 / Mayıs – Haziran 2010
[2] Esra Açıkgöz, “Sanata Kimin Gücü Yetebilir ki?”, Cumhuriyet Pazar, No:1430, 18 Ağustos 2013, s.3.
Nuri Turgut ADALI_Bulgaristan / Şair
Aynur AÇIKGÖZ_Bulgaristan / Ressam
Fahri NUR_Bulgaristan / Müzisyen
Nedir bu balkan Türk’ünün yaşadığı? Bende bir Balkanlı olarak soruyorum kendimce. En son gelenlerimiz bile geleli, çeyrek yüzyıl olmuş. Peki neredeyiz? Hiç sordunuz mu? Gelin bir özeleştiri yapalım ve kendimize soralım.
Bu memlekete neden geldik?
Nerede, ne yapıyoruz?
Nerede olmalıyız, neye layığız?
Miras olarak ne bırakacağız diye?
Dile kolay çeyrek yüzyıl oluvermiş geleli. Daha önce Türkiye’mize göç edenleri tenzih ederek diyecektim ama vazgeçtim. Gelin hep beraber tevekkül edelim sevgili büyüklerim. Bu memlekete neden geldik sorusuna cevap verecek olursak çok değil, birkaç kelime veya cümleyle özetlenebilir aslında. Dinimiz, dilimiz, örf adedimiz, kimliğimiz, çoluk çocuğumuzun selameti için geldik. Gibi cevaplar duyabilirsiniz. Tamam. Peki geliş amacımızı hedef tayin edip o hedeflerimize ulaşabildik mi? Biz dinimiz, dilimiz, örf adedimiz, kimliğimiz, çoluk çocuğumuzun istikbaline sahip çıkabildik mi?
DİNİMİZ
Oradayken (Bulgaristan) zorlanarak, gizli gizli de olsa yaptığımız ibadetlerimizi, tuttuğumuz oruçlarımızı bu cennet vatanda da tutuyor muyuz? Gelecek nesillerimize örnek oluyor muyuz? Oradayken birbirimizi gözetip, kollar, bir işi yapacağımız zaman Allah (C.C) rızası için yapardık. Ya burada? Orada görülmekten korkarak giremediğimiz camileri burada doldurup taşırabiliyor muyuz? Sorarım sizlere…
DİLİMİZ
Bir milleti millet yapanın dil olduğunu, orada konuşmak için ceza yemeye katlandığımız ve gururlandığımız dilimizin burada da aynı kıymetini biliyor muyuz? Bizi biz yapmayan Bulgarcayı ağız dolusu konuşuyor düğün, dermek demeden dinliyor, derneklerimizde kurslar açıp bunu da hizmet yaptık diye dillendiriyor muyuz? Öz dilimizi konuştuk diye para cezalarına çarptırıldığımız, sohbetlerimizin süsü olan Türkçemizi torunlarımıza düzgün bir şekilde öğretiyor muyuz? En güzel şekliyle öğretilmesi için Türkçemize gereken önemi veriyor muyuz?
ÖRF VE ADEDİMİZ
Hatırlayanınız var mı kendi mahallenizde kurban bayramlarında kazanlar dolusu et pişirilen günleri? Ya düğünlerimizde allı pullu bindallılarımızı, bize özgü nameleri, ezgileri? Gezeyi, çocuklarımıza okutulan Mevlidi Şerifi, vefat edenlerimizin ardından okutulan Yasin-i Şerifleri, düğünlerde dağıtılan yemekleri, bayramlarda yaşlı ve hasta ziyaretlerini. Elektrik kesilince hatırda kalan ve çocuklar tarafından pür dikkat dinlenen o masalları hatırlayanlarınız var mıdır acaba?
KİMLİKLERİMİZ
O kimliğe, bizi biz yapana ne kadar sahibiz? Türk kelimesinin anlamını izlediği ‘’Ertuğrul Diriliş, Muhteşem Yüzyıl vs’’ (Kötü ya da eksik diye demiyorum.) gibi filmler dışında kitap açıp, ileri gelenlerimizi dinleyip, okuttuğu ve bundan gurur duyduğumuz gençlerimizle istişare ederek öğrenebildik mi? Koşarak geldiğimiz Türk diyarı ‘’Türkiye’ye gelmeden öncesi de vardır.’’ deyip ecdadı inceledik mi? İstisnalar dışında, ‘’Kimden geldik?’’ diyeniniz var mıdır? Övdüğümüz atamıza, yediden yetmişine sahip çıkıyor muyuz? Yeri gelince mangalda kül bırakmayan, biz Evlad-ı Fatihan’ın torunlarıyız diyen büyüklerim. Öyle deriz ya hep. Her sene izin, bayram seyran demeden koşarak gittiğimiz Kırcali’ye, Sofya’ya, Varna’ya gittiğimiz kadar, Konyanın Mevlanasına, Medine-i Münevvere’ye, atamızın istirahatgahına gitmişliğimiz var mıdır? Kaçımız ‘’Torun! Onca okudunuz, hele gelin bir istişare edelim. Okuduğunuzun sadakasını şu ihtiyar nine ve dedenizle paylaşın bakalım. Kimiz, neyiz biz bilelim’’ dedik mi? ‘’Evladım! Türkiye’ye Bulgaristan’da ikinci, üçüncü sınıf insan muamelesi gördük diye geldik. Sizler için. Sizlerin öz be öz Türk gençleri gibi büyüyesiniz diye geldik’’ diyeniniz var mıdır? Ülkünüz; isteyipte gelemeyen hısım akrabalarınızın, eş-dostlarınızın, tanıdık tanımadık tüm kerdeşlerimizin dillerini, dinlerini özgürce öğrenme ve öğretme hakkına sahip olmaları için dış politikada korkmadan çekinmeden görev alın diyenleriniz var mıdır? Türkiye’nin hakkını verin. Hayat sizin, ömür sizin … Cefa bizim, sefa sizin olsun dediniz mi? Bizden olana sahip çıkınız diye tembihleyeniniz var mıdır? Geleceğimizin teminatı olan gençlere miras olarak hangi dini, dili, örf adedi bırakacaksınız hiç düşündünüz mü? Bu konuda söylenecek olan çok şey vardır ve olmalıdır da. Ölçü doğru olursa çizgi de doğru olur. Herkes hakettiği gibi ve ederi kadar kıymetli olur. Kıymetinizi bilin. Sorularımın ardı kesilmez. Ama sorduklarımın cevapları da çok uzak zihinlerde değildir. Bir tevekkül yeter… Cevapları da hep beraber verelim ve bir sonraki sohbetimizde istişare, ( İstişare, meşveret etmek, fikir danışmak ve müşaverede bulunmak demek olup, Kur’an ve sünnetin şiddetle tavsiye ettiği güzel ve müstahsen bir İslam adetidir. ) edelim.