DOLAR 35,2068 0.3%
EURO 36,7672 0.92%
ALTIN 2.968,331,32
BITCOIN 34546755.12609%
İzmir
16°

HAFİF YAĞMUR

SABAHA KALAN SÜRE

Nazlı Dervent

Nazlı Dervent

10 Ocak 2016 Pazar

    Sadece İslamiyet’te Mi Mezhepler Var?

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son yıllara hatta 21.yy’a damgasını vuran İslamiyet içinde mezhep çatışmalarıdır. Sürekli Sünni-Şii ayrımı yapılarak bu durumun kaşınması bu çatışmanın oluşmasında ana etken teşkil etmekte. Gaye, Müslüman dünyası bölünme ve kendi içinde çatışmaya girmesi ile birlikte de zayıflatma..

    Avrupa’nın istediği ve tesis etmeye çalıştığı bu! Uzun zamandır başarılı da oluyorlar. Bölgedeki şekillenmelere bakarsak, İran’ın yayılmacı politikası bizi bu sonuca götürüyor. Bölgede son düzenin inşası İran üzerinden yürüyor. Nasıl mı?
    Önce Irak’ın işgaline bakalım. ABD, Irak’ı işgal ettiğinde ülkedeki bütün dengeleri değiştirdi. Irak’tan çıkarken de yönetimi Şiilerin eline bıraktı. Bu durum İran’ın elini güçlendirmiştir. Diğer tarafta Suriye yönetiminde Şiilerin olması ve aynı zamanda da uzayan Suriye’nin belirsiz hali ve ülkedeki kaos İran’ın Suriye’de etkin olmasına yol açmıştır. Bir de Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla etkin olma çabalarını da eklersek İran Türkiye’nin güneyini ve Suudi Arabistan’ın da kuzeyini çevreleme peşinde. İran sadece bununla da yetinmiyor.
    Bölgede PYD’ye, ülkemizde de PKK’ya destek veriyor. Yemen’de Şii grupların yanında yer alarak ülkeye nüfus etmeye çalışıyor böylece Suudi Arabistan’ı güneyden de çevrelemeye çalışıyor. İşte Suudi Arabistan ve İran arasındaki gerginliğin nedenleri… İran Pers İmparatorluğu’na dönüş gayesinde bölgeye hakim olmak istiyor bu da Batı, İsrail ve Rusya tarafından da destekleniyor.
    Nükleer çalışmalarına destek vermeleri de bu yüzdendir. Sonuç Sünni-Şii çatışmasına hatta savaşına doğru bir gidişat… Halbuki Allah’ımız bir ve tek değil mi? Dinimiz bir, İslam değil mi? Peygamberimiz bir değil mi? Ehlibeyte duyduğumuz muhabbet ve sevgi bir değil mi? Diğer hususlardaki farklılıklarımız ise zenginliklerimiz, güzelliklerimizdir. Neden bir hakim olma çabası? Neden bir hükmetme ve hoşgörüsüzlük halindeyiz?

    İSLAM HOŞGÖRÜ DİNİ

    İslam dini hoşgörü, birleşme ve bütünleştirme, sevgi, saygı dini değil mi?
    Birbirimizi olduğumuz gibi kabul edelim. Tek düsturumuz kardeşlik olsun.
    Dinimizi güzelce, Resûlullah efendimizin emrettiği ve izhar ettiği şekilde yaşayalım. Artık izin vermeyelim Batı’nın farklılıklarımızı kullanarak bir çatışma çıkarmasına! İzin vermeyelim, farklılıklarımızı kendi pis emellerine alet etmelerine… Hem sadece bizde mi mezhepler var? Avrupa’ya bir bakalım…
    Avrupa’da yani Hıristiyanlık’ta üç ana mezhep var: Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk. Bu mezhepler de kendi içinde kollara ayrılmakta. Sayısını dahi belirtemeyeceğim kadar çok kollara ayrılıyorlar. Hatta tarihe baktığımızda 1618-1648 yılları arasında 30 Yıl Savaşları tamamen mezhepsel eksende gerçekleşmiştir. Protestanlık ve Katolikler arasında olan bu savaş Avrupa’yı yıkıma götürmüştür. Lakin 1648 Westfalya Anlaşması ile bu farklılıkları aşabilmiş ve ülkeler arasında ilişkileri geliştirme yoluna gitmişlerdir. Uluslararası İlişkiler alanı da bu anlaşma ile başlangıç noktası olarak alınıyor.
    Sonrasında Avrupa’da mezhep savaşları pek görülmez. Zaten bu mezhepsel ayrışmayı aştıkları içinde güçlenmeye ve gelişmeye başlamışlardır. Nitekim bu durumun bir nevi kurcalanmasına dahi izin vermezler çünkü artık mezhepler onlar için bir sorun değil zenginliktir. İşte tam da bu noktadan sonra başlıyor her şey. Kendilerini zayıflatan bu farklılıkları zaafiyet noktası olduğunu çözen Batı, bu durumu İslamiyet’teki mezhepler üzerinden inşa etmek için uğraşmış ve oyunlarla İslam dünyasını zayıflatarak bölmüştür. Böylece nüfuz alanları genişlemiştir. Müslüman coğrafyasına baktığımızda sürekli Batı tarafından desteklenen selefilik, şiilik eksenli ayrıştırıcı terör örgütleri gözümüze çarpar.
    Radikaller üzerinden İslamiyet’in özü unutturulmaya ve hoşgörü içinde birleştiriciliği kırılmaya çalışılır. Günümüzde bu IŞİD, Hizbullah; ülkeler bazında ise İran, Suriye, Irak, Mısır, Yemen, Ürdün, Lübnan üzerinden yürütülmekte.. İşte biz de ya dönüm noktamızı kendimiz inşa edeceğiz ya da bu çatışma içinde sömürgeleşmeye devam edeceğiz.

    BİR UYANIŞ LAZIM

    1648 Avrupa dönüm noktasını, biz de 2018’de İslam coğrafyasına koyalım ve bizim içinde güçlenme, gelişim ve dönüşüm başlasın. Çatışmadan öteye geçip farklılıklarımızı bilim, ilim, irfan, teknolojiyi geliştirmek için kullanalım.
    Ayrışarak zayıflayıp öleceğimize birleşip bütünleşerek kardeşliği inşa edelim ve artık küllerimizden doğalım. Kim ki bizi ayrıştırmak istiyor ve kim içimizde buna alet oluyorsa, bunun PR’lığını yürütüyorsa onlara, elele verip güçlenerek oyunlarına alet olmayarak ve İslamiyet’i, Allah’ı her şeyin önüne koyarak cevap verelim. İşte o zaman zafer Allah’ın olacak. İşte o zaman akan kan duracak.
    Kim ki tuzak kuracak kendi tuzağına kendi düşecek. Lakin önce O’nun ekseninde idrak, uyanış, diriliş ve birlik gerek..

    Devamını Oku

    Bu hainlik Değil!

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Biliyorsunuz son bir kaç aya damgasını vuran ve Türkiye açısından en önemli dış politik olaylardan biri Rusya Uçağı’nın düşürülmesiydi. En az Sayın Erdoğan’ın Davos çıkışı kadar bir dönüm noktası teşkil eden bu olay Türkiye’ye Ortadoğu ve Kafkaslar’da büyük bir prestij sağladı. Bölgedeki halka, ‘dik durun biz arkanızdayız’ mesajı verildi. Artık hangi ülke olursa olsun Rusya’da dahil kafasına göre sınır ihlalleri yapıp çekip gidemez. Egemenlik haklarımız ve angajman kurallarımız gereği sınırımızı ihlal eden uyarılara rağmen etmekte ısrar eden düşmandır ve gereken cevap verilecektir. Tabi bu uçak düşürme olayı bize prestij sağlasın diye gerçekleştirilmedi bunu da belirtmek de fayda var.

    Tamamen hakkımız olanı ve devletimizi savunduk bu kadar basit! Rusya kabahatli olmasına rağmen yıllardır Türkiye’nin ensesine vurmuş olmanın verdiği özgüven ile kuyruğunu hala indirmiyor. Lakin anlamadığı bir şey var Türkiye artık eski Türkiye değil! Türkiye için bir Rusya gider bir başka Rusya gelir hiç bir önemi yok! Kaybedecek olan ise Rusya’dır. Zaten kaybedeceği için de her türlü meziyetsiz hamleyi yapmaktan geri kalmıyor. Boğazdan geçen askeri gemisinden uçak savar silahı ile güç gösterisi yapıyor. Uçağın kara kutusunu show yaparak açmaya kalkıyor.( Hem de çekiç ile… :))
    Nükleer silahlı gemilerini denize indiriyor.

    PKK VE PYD’YE SİLAH

    PKK’ya ve PYD’ye silah sevkediyor. PKK’nın siyasi yapılanması HDP eş başkanını ağırlayarak sanki Türkiye için muhatap oymuş izlenimi vermeye kalkıyor. Lakin Putin hangi showu yaparsa yapsın hepsini eline yüzüne bulaştırıyor. Boğazdan geçen gemisine denizaltımız ile cevap veriliyoruz yerin dibine giriyor. Kara kutuyu açmayı bile beceremeyerek rezil oluyor. Terör örgütleri ile işbirliği yaparak meşruiyetini sarsıyor. Kandil sözcüsü Demirtaş gibi bir medeni ölüyle aynı masaya oturarak Rusya’nın Türkiye’ye göre muhatap mevkisinin nerelere kadar düştüğünün işaretini veriyor. Türkiye’de bile bir hükmü olmayan bir adamın Rusya’da misafir edilmesi gerçekten Rusya’nın içler acısı halini ortaya koyuyor. Gelelim yok hükmünde olan Demirtaş’a…
    Doğu’da oy aldığı halk artık Demirtaş’ı takmaz oldu. Katılabildikleri tek yer terörist cenazelerinin olması halkın desteğinin çoktan üzerlerinden çekildiğinin izharıdır. Halkın, ‘askerden operasyonları devam ettirin, bu pislikleri temizleyin’ talebinde bulunması Yüksekdağ’ın bizimkisi halk direnişi sözlerini bozuk para gibi harcıyor.  HDP böylelikle buruşturulup çöpe atılıyor. Lakin değinilmesi gereken nokta şurası: Rusya ile Türkiye’nin ilişkilerinin gergin olduğu bir dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bir üyesi olan milletvekili nasıl oluyor da düşman ülkeyi ziyaret ederek ‘özür dilerim, bu uçak düşürme olayının Türkiye’ye faydası yoktur diyebilecek’ alçaklığa bürünebiliyor? Bir başka CHP milletvekili ise ‘Türkiye DAEŞ’e destek verdi’ diyerek Rusya ile aynı safta yer alabiliyor. Hiç Rusya’nın herhangi bir milletvekilinden böyle bir şey gördük mü?
    İşte bu hainlik değil! Bu resmen düşmanlıktır! Bu sözleri söyleyen düşman olduğu gibi söyleyenlere de sahip çıkan aynı konumdadır. Ayrıca Demirtaş kimdir ki Türkiye adına söz söyleyebilecek meşruiyete sahip olduğunu zannediyor! Bir konuyu açıkça belirtelim… Geçmişten beri devletimize en büyük zararı veren dışarıdaki düşmanlar değildir. Devletlerimizi yıkıma götürecek kadar çökerten içimizdeki paralı satılmış omurgasız, karaktersiz tasmalı tapınakçılardır. Batı, Rusya, İsrail bize cürmü kadar zarar bile veremez içimizde bu tapınakçı kuçu kuçular olmasa… Öyle ise temizliğe önce içimizde başlamalıyız. Soruyorum savcılar, ne diye hala bekliyorsunuz? Meclisteki tapınakçılar hakkında fezleke hazırlamak bu kadar mı zor? Korktuğunuz ne var?
    Mecliste, yargıda, emniyette, bürokraside, sermaye grubunda, medyada, STK’larda, üniversitelerde pineklemiş düşmanları temizlemek için ne bekliyorsunuz? Biz içimizi temizlemedikçe dirilemeyeceğiz. Biz temizlemedikçe mazluma umut olamayız. Biz umut olmadıkça daha çok kan dökülecek. Dökülen her kan alnımıza çalınan bir lekedir bu biline. Biz ki İslamiyet’i korumak ve layıkıyla yaşanmasını sağlamak için şereflendirilmiş ve vazifelendirilmiş bir milletiz. Ya özümüzü bulacağız ya da kardeşlerimizin akan her kanında biz de boğulacağız. Uyanık olalım ve temizlenmeye bir an önce başlayalım artık! Yoksa bu vebali ne yapsak ödeyemeyeceğiz…

    Devamını Oku

    Saray mı ? Uçak mı ?

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Günlerdir muhalefet kanadının ağzına doladıkları iki şey: Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Uçağı. Neden Çankaya Köşkü yetmiyormuş da Saraya çıkılmış? Neden o kadar para verilerek uçak alınıyormuş? Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlığı ülkeye kaça mal olmuş? Biliyor musunuz yukarıdaki soruyu önerge olarak CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk meclise verdi. Erdoğan lüks yaşıyormuş! Bütün bunlar aklıma “27 yıllık kesintisiz ve muhalefetsiz iktidarında hiçbir kalıcı yatırım yapmadan devlet makamlarını işgal eden CHP’nin, acaba Türkiye’ye kaça mal olduğu” sorusunu getirdi. Diğer taraftan tüm bunları manşetine İsraf Etmeyiniz mealindeki ayeti taşıyarak Sözcü gazetesinin ayetlerle haber yapması ise beni çok şaşırttı. Yıllarca ‘İrtica geliyor. Laiklik elden gidiyor!’ diye bas bas bağıran Sözcü bir anda ayetlerle muhalefetlik yapmaya soyundu doğrusu Yeni Türkiye buymuş dedirtiyor insana. Gelelim Saray ve Uçak meselesine… Öncelikle bu harcamalar Cumhurbaşkanlığı makamına yapıldığını belirtmek gerekiyor. Yani mevcut Cumhurbaşkanı kimse sadece o kullanacak değil, makam yani devlet mülkiyetinde şahsa ait değil… Sayın Erdoğan’dan sonra o makama kim gelirse o kullanmaya devam edecek yani endişelenecek bir husus değil. Bir ikincisi ise yapılan Cumhurbaşkanlığı Sarayının ve Uçağın çok pahalı, lüks ve ihtişamlı olması kişisel haz mı yoksa devleti temsil etmenin gereği mi? Şu açıdan bakarsak Osmanlı İmparatorluğunun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin köklü bir tarihe ve mirasa sahip olmasının ve Yeni, yükselen güçlü Türkiye’nin gereği olarak halkın seçtiği, iradesini temsil eden makamın ihtişamlı olması gerekmez mi? Sizce halkımız ve ülkemiz bunu hak etmiyor mu artık? Diğer taraftan böyle makamlar devletin en üst mercii olmasından dolayı diğer ülkeler tarafından her açıdan bir saygınlık yaratmaktadır.

    SAYGINLIK VE İTİBAR

    Düşünsenize, Cumhurbaşkanı döküntü bir evde oturuyor, uçağı ise eski mi eski, yurt dışına çıktığında nasıl bir intiba yaratır, ya da yurtdışından gelen Cumhurbaşkanlarına ve Başbakanlarına saygınlık ve itibar oluşturur mu? Ki Erdoğan’ın böyle bir tutkusu olsa neden on yıl boyunca Subayevlerinde bir apartman dairesinde otursun? Ki bu eleştiriyi yapan kişilerin kendilerine kült olarak kabul ettikleri kişiyi Atatürk’ü ele alırsak giydiği elbisenin kumaşını İngiltere’den getirtirdi. Kendi döneminin en lüks giyinen lideriydi. Halktan toplanan 4 bin 500 liraya Kasapyan Köşkü’nü (Çankaya Köşkü) aldırmış, hayatının bir bölümünü de Dolmabahçe Sarayı’nın en görkemli dairesinde geçirmişti. Bir de o zamanın parasıyla Ankara kasabasını tümden satın alabilecek kadar büyük bir meblağa (altı milyon dolar) satın aldırdığı Savarona Yatı vardı: Maaşı da bugünkü Cumhurbaşkanı’nın maaşından kat be kat yüksekti ve dünyanın en zenginleri arasında yer alıyordu. Üstelik millet ve devlet yoksuldu: Anadolu’da yol, su, elektrik, yol, hastane, okul, yurt yoktu. O zamanlarda Sözcü Gazetesi  yine “Bu kadar paraya neler yapılabilir?” diye karşılaştırma yapabilir, “İsraf edenleri Allah sevmez” manşetiyle çıkabilir miydi? Kaldı ki, Atatürk, onları mezara da götürmedi, Savarona’yı sonraki Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’ya bıraktı. Çankaya Köşkü, Florya Deniz Köşkü ve Dolmabahçe Sarayı ise oldukları yerde duruyor. Tüm bunlar konumuzu pekiştirmek adına sadece birer örnek… Demek ki devletin temsil makamında olan kişilerin devleti ve milletinin itibarı ve saygınlığı için bu tarz ihtişama ve gösterişlere gerek varmış… Hala yok diyorsanız o zaman ‘Atatürk sizi çarpar!’ bakın sonra demedi demeyin…

     

    Devamını Oku

    Tek Parti Dönemi – 1

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Milli mücadele sırasında oluşturulan 1. Meclis’in demokrat ve ülkenin tamamını temsil eden bir meclis olduğunu biliriz. Tüm zümrelerin fikirlerini açıkça söyleyebildiği bu meclis bir savaş yönetmiş ve kazanmıştı.  Tabi kazanmayı resmi tarihe göre söylemek gerekiyor. Her neyse nitekim Anadolu toprakları elde tutulabilmişti. Ancak bu meclis feshedildi ve yerine 2. bir meclis kuruldu. Kurulan bu meclisin ise Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu CHF yoğunluklu olması ve muhalif bir düşünce barındırmaması ise çok manidardı. Bu meclis ile rejim değişikliği gerçekleştirildi. Bu rejim değişikliği ise meclise emri vaki şeklinde getirilerek basit çoğunlukla bir kanun gibi geçirildi. Bunu da o günkü CHF yaptı. Ne kadar demokrat ve Anayasa’ya ne kadar uygun değil mi! Peki neden 1. Meclis feshedildi ve neden 2. Meclis’e tek bir parti hâkim oldu. Cumhuriyet, halkın egemen olduğu ve yönetime milletin iradesinin hâkim olduğu bir rejim değil midir? Bütün halkın iradesi tek bir partiden mi ibaretti? Hiç mi muhalefet bir düşünce yoktu? Maalesef vardı ama yoktu. Çünkü buna izin verilmiyordu. Cumhuriyet ilanında padişahın yetkilerinden daha fazla yetkilere sahip olan Cumhurbaşkanlığı makamının olması ise mutlak bir yönetim ile idare edilen Cumhuriyeti anlatıyordu.  Muhalefetsiz bir parlamenter sistem hâkim kılınmıştı. Padişahın otoritesini demokrasi ve özgürlük için kısıtlamamış mıydı İttihat ve Terakki? Peki, padişahı devirdikten ve hanedanı tasfiye ettikten sonra neden bu dikta yönetimi kuruldu? Amaç halkı hâkim kılma mıydı yoksa yönetimi ele geçirerek mutlak bir irade mi oluşturmaktı? Tek parti dönemini 1914-1918 ve 1927-1946 yılları arasında ele alırız ancak muhalefetin neredeyse hiç var olmadığı dönemler ise 80 yılı(1877 ile 1946) bulmaktaydı.  Çünkü bu dönemler de yapılan seçimlerin atama usulü ile olması örgütlü bir muhalefetin oluşmasını engellemişti. Muhalif bir düşünceyi geçtim temel konularda eleştirinin bile yapılamayarak çıkarılan kanunların demokratik ve hukuka uygun olduğu söylenebilir mi! Dikkat ederseniz tek parti döneminde ülkeyi etkileyecek radikal değişimler yapıldı. Bu radikal değişimlerde ne halka soruldu ne de halk tarafından reddedilmiş olması rağmen önemsendi.

    TEKKE VE ZAVİYELERİ KAPATMA KANUNU

    Yok kanun yap kanun ilkesi ile hareket edilmesi ve Anayasa’ya bile aykırı olabilecek kanunlar çıkarılması ise mesela Tekke ve Zaviyeleri Kapatma Kanunu’nun Anayasa’nın 75. Maddesi’ne aykırı olması gibi meclisin ve ülkenin nasıl yönetildiği hakkında net bir bilgi veriyordu. Diğer taraftan her ne kadar çok partili döneme geçilmiş de olsa tek parti döneminde yapılan radikal inkılâpların ve Anayasa’nın hiçbir şekilde değiştirilmesine izin verilmemiş olması ve değişime kalkışanlara ise darbe yapılması, idam edilmesi, faili meçhul cinayetlerle susturulması ve hukuksuzca yargılamalar sonucu yıllarca hapse mahkûm kılınması hala bu dikta rejiminin devam ettiğini göstermekteydi. Ülkenin üzeri anti-demokratik dikta rejimi ile kaplanmıştı. Bu böyle yıllarca devam etmiştir. Aslında eleştriyel yaklaştığınızda neden bir partinin tüzüğünde yer alan ve amblemi olan hususlar Anayasa’da yer almaktaydı? Neden tüm ülke bu altı umdeyi benimsemek zorundaydı? Partiler belli düşünceler etrafında toplanan sivil toplum kurumlarıdır. Anayasa ise tüm ülke halkına hitap edecek ve hukuki düzenlemeleri sağlayan kurallar bütünü olduğuna göre neden anayasa tek bir partinin düşüncesinin etrafında şekillenmişti? Tek bir cevap var aslında kimsenin geçmişten beri dillendiremediği ancak günümüzde özgürce dillendirebildiğimiz gerçekleri anlatan tek cevap… Parti tüzüğü ile yönetilen bir mutlak bir Cumhuriyet rejimi, mutlak bir otorite… İsterseniz bu Mutlak Cumhuriyet yönetiminin yaptıklarına bir dahaki yazıda değinelim. Kalın sağlıcakla…

     

    Devamını Oku

    ANKA’nın Doğumu : Ela Operasyonu

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Terör örgütü IŞİD’in elinde 101 gün boyunca rehin olarak tutulan 49 vatandaşımızın kurtarılma operasyonunun ismiydi Ela Operasyonu.

    49 rehine arasında bir de 8 aylık bir Ela bebek vardı. Bu kutsal operasyona ise en güzel isim onun ismi olmalıydı zaten. Evet, 101 günlük hasret sona ermişti.

    Bu süreçte nasıl söylentiler ortaya atıldığını hepimiz biliyoruz. Yok, Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi kurtarılacaklardı, bunu da seçim kazanmak için yapılacaktı. Yok, karşılığında da Süleyman Şah’ın türbesinden vazgeçilecekti. Her zamanki gibi yine tutturulamadı. Şu bir gerçek ki bir operasyonla kurtarılacakları ise hiç kimsenin aklından geçmemişti.

    Hele ki MİT tarafından gerçekleştirilecek bir operasyonla.

    Bu operasyon sarsılmak istenen MİT’in gücünü daha da kökleşmesine yol açtı. Görüldü ki Hakan Fidan’ın istenmemesinin asıl sebebinin istihbaratı millileştirmesi ve güçlendirmesiymiş. Bu operasyonun detayları ise gerçekten takdire şayandır. 400 Bordo Bereli ile 130 kişilik Muhabere ve Arama Kurtarma Timi (MAK) toplamda 530 kişilik ekip Musul’a sızarak 101 gün boyunca rehineleri takibe aldılar.

     

    8 DEFA YERLERİ DEĞİŞTİRİLDİ

     

    MİT’in Dış Operasyonlar Daire Başkanlığınca yetiştirilen Arapça, İbranice, İngilizce, Kürtçe bilen ajanlar 8 defa yer değiştirilen rehineleri saniye saniyesine izleyerek bir dakika yalnız bırakmadılar. Bu operasyonun gizli tutması gerekiyordu. Bundan dolayı CIA, MOSSAD, MI6 gibi istihbarat kuruluşların haber almaması için yerli uzmanlar tarafından özel bir yazılım geliştirildi.

    Teknik takip ve izleme özelliği bulunan bu yazılım, İnsansız Hava Araçları’na takıldı. Operasyona kısa bir süre kala bu yazılım 4 adet F16 uçağı, 5 Skorsky ve 2 Kobra helikopterine de uygulandı. Söz konusu yazılım sayesinde CIA, MI6 ve MOSSAD’ın operasyondan haberi olmadı! Kurtarma harekâtına günler kala Musul (Irak)- Rakka (Suriye) ve Akçakale (Türkiye) üçgeninde 700 kilometrelik bir koridor hazırlandı.

    -Her 10 kilometrede bir yerel aşiret ve halk görünümlü birlikler ile güvenlik sağlandı. Ayrıca yabancı gizli servis ajanları da bu noktalardan uzaklaştırıldı. Ve bu çalışmalar sonunda Türkiye 19 Eylül’de düğmeye bastı.

    -MİT’in Türkmen, Kürt, Arap elemanlarının da katılımıyla gerçekleştirdiği operasyon başarıyla tamamlanarak, vatandaşlarımız Türkiye’ye getirildi.

    Başbakan Davutoğlu’nun her detaydan haberi olması ve soğuk kanlılıkla bu süreci Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisi, Hakan Fidan ve bir kaç kişinin bilgisi dâhilinde yönetmeleri ise tüm dünyada örnek gösterilerek hayranlık uyandırdı.

    Rehinelerin ilk önce Şanlıurfa’ya getirilerek o kara günlerin kalıntılarını biraz olsun silmek istendi, hediye edilen takım elbiselerini giyerek ailelerinin karşılarına çıktılar. İşte Yeni Türkiye buydu. Vatandaşlarının burnu bile kanamadan OPERASYONLA her şeyi göze alan Yeni bir Türkiye yeşeriyordu.

    Tüm dünya tarafından örnek gösterilen bir Türkiye doğuyordu. Dünya medyası tarafından kendi devletlerine örnek gösterilen ve hayranlık duyulan bir devlet büyüyordu. Bizim için önce vatandaşlarımız diyen bir devlet tüm çıkarlarını bir kenara atıyordu. 101 günlük kritik süreçte bir de ellerini taşın altına koymayanlar vardı. Üstüne üstlük MİT’i karalayarak operasyonlar yapanlar ve bu operasyonlara da çanak tutan siyasiler vardı. Şimdi bu başarının utanmadan kendilerinin desteğiyle geldiğini söyleyebilecek kadar utanmaz olan siyasiler.

    Hala halkı kandıracaklarını zanneden siyasiler.

     

    BAŞKONSOLOS’UN DİRENİŞİ VE CESARETİ

     

    Aslında her şey Başkonsolos Öztürk’ün direnişi ve cesareti kadar açıktı.

    Ölümü dahi Türkiye’nin şerefiyle aynı kefeye koymayan Babayiğitlerle dolu ülkede, şeref yoksunu ve Batı çığırtkanlığı yapan başta siyasiler ve yapılanmalar, patronlar ve birtakım ahlaksız yazarlar hiç bir zaman amaçlarına ulaşamayacaklar! Yeni Türkiye’nin seçilmişlerle ve milletin iradesi önderliğinde durmaksızın yükseleceğine, yaşanılan sancılı süreçleri birlik, beraberlik içinde üstesinden gelineceğine ve Osmanlı’nın mirasına sahip çıkarak tekrar dirilteceğine inan, kendine güvenen bir millet doğdu. Ve Anka tüm ihtişamıyla artık yeniden dünyaya geldi.

    Şimdi sıra UÇMA’ya geldi…

     

     

    Devamını Oku