DOLAR 34,5522 0.2%
EURO 36,0329 -0.58%
ALTIN 2.989,600,94
BITCOIN 33935680.83682%
İzmir
21°

PARÇALI AZ BULUTLU

17:48

AKŞAMA KALAN SÜRE

376 okunma

ÇIKAYIM GİDEYİM URUMELİNE! SELANİK-KAVALA- MANASTIR-OHRİ-DEBRE-İ BÂLÂ-KOCACIK-ÜSKÜP ve KÖPRÜLÜ’YE DAİR İZLENİMLER

ABONE OL
04/04/2013 21:42
0

BEĞENDİM

ABONE OL

“Çıkayım, gideyim Urumeli’ne aman aman

Arzıhal vereyim Mehmet beylerbeyine

Kimleri sarayım yar senin yerine aman aman

Gizli gizli sevdalarımız aşikâr oldu.

Bize bu ayrılık Mevlâ’dan oldu aman aman”

 

 

Dr. Zekeriya TÜRKMEN*



* Tarihçi, Araştırmacı-Yazar.

Sözleriyle başlayan türkümüzde kültürümüzle yoğrulmuş, eserlerimizle nakış nakış işlenmiş olan Rumeli’ye karşı içimizdeki özlemi, o coğrafyaya karşı duyulan hasreti anlamak mümkündür. Rumeli adını Urumeli’ne dönüşerek Türkçeleştirmiş ve bütün Balkanlara ad olarak vermişiz. Anadolu gibi vatan, Anadolu gibi bizim olan kutsal bir vatan parçasıydı Urumeli. 1352 tarihinde Orhan Gazi’nin oğlu Rumeli Fatihi lakaplı Süleyman Paşa’nın Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi’nin fethiyle başlayan Urumeli’ndeki Osmanlı egemenliği, yaklaşık 600 yıl devam etmiştir. Türkün hoşgörülü idaresi Balkanlar’da uzun yüzyıllar devam edecek bir barış ortamının yaratılmasına da zemin hazırlamıştır. Bugün etnik milliyetçiliğin körüklendiği günümüz dünyasında küresel güçlerin yazdıkları ve uygulamaya koydukları senaryolarla Balkanlar o mazideki barış ortama hasret kalmış bir durumdadır.

Türkiye-Makedonya İşbirliği Forumu Başkanı Araştırmacı-Yazar Mustafa Bereketli’nin önderliğinde İstanbul Adalar Belediyesi Başkanı Dr. Mustafa Farsakoğlu’nun destekleriyle Makedonya-Manastır’da faaliyet gösteren St. Kliment  Ohridski Üniversitesi Rektörlüğü’nün ev sahipliğinde 23-24 Haziran 2011 tarihleri arasında Manastır’da “Tanzimat Ve Meşrutiyet  Dönemi’nde Makedonya” konulu uluslararası bir sempozyum icra edilmiştir. Bu foruma Türkiye’den ve Makedonya’dan tanınmış bilim adamları katılarak bildiri sunmuşlardır. Bizler de “Mustafa Kemal ve Manastır Askerî İdadisi” konulu bir bildiri ile bu sempozyuma katıldık.

“Tanzimata ve Meşrutiyet Döneminde Makedonya” konulu uluslararası bilimsel etkinliğe Türk tarafından 12 uzman, Makedonya tarafından da 10 uzman katılmış, bunlardan beşi bildiri sunmuştur. Türk tarafından Adalar Belediye Başkanı Dr. Mustafa Farsakoğlu başta olmak üzere Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Cezmi Eraslan, Öğretim Üyesi Emekli Büyükelçi Prof. Dr. Ali Engin Oba, Prof. Dr. Feroz Ahmad, Doç. Dr. Kenan Olgun, Doç.Dr. Nevin Ünal Özkorkut, Yard. Doç. Dr. Bilgin Çelik, Yard. Doç. Dr. E.Öğ. Alb. Ali Güler, Dr.E.Tuğg. Süha Atatüre, Yard. Doç. Dr. Ali Fethi Okyar, Dr. Öğ. Alb. Zekeriya Türkmen ve Mustafa Bereketli bildiri ile katılmışlardır. Tarih içinde Makedonya’nın durumu, Türklerin Makedonya’daki etkileri üzerinde durulmuş, ortak kültürel değerler çerçevesinde karşılıklı iyi ilişkilerin sürdürülmesine yönelik önemli bir faaliyete imza atılmıştır. Balkanlar bölgesi biz Türkler için her zaman bir cazibe merkezi olmuştur. Balkanların havası, tabiatı, iklimi, hayat tarzı, velhasıl her şeyi bizi kendine çekmiştir. Bu öyle bir cazibe, öyle bir kendine bağlayıştır ki, Osmanlı döneminde yaklaşık 500 yıl sürecek bir kültürel yoğrulmanın da gerçekleşmesine fırsat tanıyacaktır. Bugün Balkanlar’da Türklerle ünsiyet peyda etmemiş yani akrabalık bağı kurmamış topluluk bilmem var mıdır? Eski mülkün sahipleri olan Türkler, bugün Urumeli’nin her hangi bir tarafına gitseler mutlaka saygıyla karşılanırlar. Çünkü 500 yıl aynı kültür dairesi içinde beraber yaşamış olmanın verdiği tanışıklık ve ruh halinin yansımalarını hâlâ görebilmek mümkündür. Bazen önemli ölçüde benzeşen kimi gelenekler, bazen de birkaç Türkçe kelime bizleri birbirimize hemen yaklaştırıverir. Yunanistan, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan, Macaristan, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ, Romanya ve civarındaki ülkelerde bu benzerliklerle veya ortak değerlerle karşılaşmak sakın sizleri şaşırtmasın! Bosna-Hersek’te ise çoğu geleneklerin bizimle aynı olduğunu, örtüştüğünü görebilirsiniz.

 

ESKİLERE DAYANAN TANIŞIKLIK

 

Balkanlar coğrafyası ve buradaki uluslarla tanışıklığımız aslında daha da eskilere dayanır. Bu tanışıklık Hun, Avar, Kuman, Peçenek ve Bulgar Türkleri ile başlamış, Anadolu Selçuklularından Sarı Saltuk ile devam etmiş, Osmanlı Devleti döneminde ise daha da pekiştirilmiştir. Uzun asırlar idaremiz altında kalan, vatan bildiğimiz o topraklardaki egemenlik haklarımız bir gün tarihin, zamanın koşulları gereği sona ermek zorunda kalmıştır. XIX. ve XX. yüzyılın güçlü milliyetçilik akımları Balkan uluslarını da harekete geçirerek, Osmanlı Devleti’nden ayrılarak millî devletlerini kurmalarına uzanan süreci başlatmıştır. Sadece Osmanlı dönemi egemenliği dikkate alınacaksa yaklaşık 500 küsur yıl Türklerin yaşadığı ve vatanlaştırdıkları geniş bir coğrafyanın hüzünle terk ediliş hikâyesinin yazılmasına başlansa her halde XIX. yüzyıldan başlamak icap edecektir. Günümüz Türkiye’sinde yaşayan insanların önemli bir kesiti işte bu bahsettiğimiz coğrafyadan koparak tekrar asırlar önce bir misyonu tamamlamak üzere gönderildikleri Anadolu coğrafyasına dönme bahtiyarlığına kavuşmuşlardır. Bugün ülkemizin özellikle Batı kesiminde yaşayan nüfusun önemli bir bölümünün Balkanlarla mutlaka bir irsiyet bağlantısı, diğerlerinin de gönül bağı vardır. Türk-Makedon ortak forumunun icra edildiği Manastır şehri mutlaka biz Türklere tanıdık gelir. Çünkü bu şehir, devletimizin kurucusu ebedi Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri lise eğitimini aldığı, hatta kişiliğinin şekillendiği bir eğitim kurumu olarak bilinir. İlkokul çağlarıma uzandığımda, çocukluk yıllarımda mandolin eşliğinde söylediğimiz ve bugün hâlâ melodisi hafızamda canlı olan birkaç şarkıyı hatırlarım:

 

“Manastır’ın ortasında

Var bir havuz, canım havuz, canım havuz…” ya da;

Vardar ovası, Vardar ovası,

Kazanamadım başlık parası”

 

Manastır şehrini ilk defa ilkokuldayken öğretmenim olan dayım Nurettin (Korucu) Beyden duymuş, özellikle Atatürk’ün eğitim-öğrenim hayatında bu şehrin önemli bir yeri olduğunu öğrenmiştim. Yıllar sonra bu şehri bir görev vesilesiyle görmek de nasip oldu. Makedonya Manastır’da bulunan ve Atatürk’ün eğitim gördüğü Manastır Askeri İdadisi’nde “Atatürk Anı Odası”nın restorasyonu ve iyileştirilmesi konusunda yürütülen çalışmaları yerinde görmek, gerekli inceleme ve araştırmalarda bulunmak, çağdaş müzecilik anlayışına uygun bir görünüme kavuşturmak üzere, bir heyetle, 15–20 OCAK 2006 tarihleri arasında görevli olarak Makedonya’da bulunmuş biri olarak bu defa tanıdık bir şehre gitmenin heyecanını yaşıyordum. Makedonya’ya Adalar Belediyesi tarafından tahsis edilen son derece konforlu bir minibüsle yolcuğa çıktık. Yolculuğumuz katılımcıların İstanbul’daki toplanma merkezlerinden alınmasıyla 22 Haziran 2011 Çarşamba günü başladı. Saat 08.00’da İstanbul’dan ayrıldık. 13.00 civarı İpsala sınır kapısında idik. Gümrük işlemleri bizim tarafta kısa sürdü, ancak Yunan tarafında biraz bekletildik. Mustafa Bey, Yunanlıların bunu her zaman yaptıklarını söyleyerek bizleri teselli ediyor. Meriç Nehri her iki ülke arasında sınırı teşkil ediyor. Ancak şu andaki durumuna bakarsak nehir tamamen bizim sınırımız içinde akışını sürdürüyor. Saat 14.00’de Batı Trakya’ya geçiş yapıyoruz. Sağımızda Rodop dağları uzayıp gidiyor. Yunanlıların “via ignatia” dedikleri otoban yolda seyahatimize devam ettik. Rodopların hemen güneyinde denize kadar genişleyen Batı Trakya ovası uzuyor. Mevsim bahardan yaza geçtiğinden olsa gerek her yer yemyeşil. Yer yer mısır ve ayçiçeği tarlaları görülüyor; biraz yükseklerde fundalıklarda keçi-koyun sürüleri göze çarpıyor. Batı Trakya’da geçtiğimiz yerlerin aslında bizdeki Doğu Trakya’dan pek de farkı yok. Bu bölgede yaşayan halkın büyük bir kısmını Lozan’da mübadele dışında bıraktığımız, garantör bir ülke olarak her zaman hak-hukukunu gözettiğimiz soydaşlarımız oluşturuyor. Rodopların eteklerinde sıralanmış köylerde yer alan beyaz minareler buraların Türk köyü olduğuna işaret ediyor. Mustafa Bereketli ise bizi yol güzergahı boyunca Batı Trakya konusunda bilgilendiriyor. Bir tarihçi olarak karayolu ile Makedonya’ya gitmenin tüm hazzını yaşamak istiyordum. Turahan Bey’in, Gazi Evrenos Bey’in, Mihaloğulları’nın, atalarımdan akıncı beylerinin geçtikleri güzergahı her ne kadar teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak geçecek isek de yolculuktan evvel güzergahı haritalardan araştırdım. Geçeceğimiz yerleri tespitten sonra, oralarda neler olduğunu da sorguladım. Az çok bilgili olarak bu seyahate çıktım. Bundan dolayı da Mustafa Bey’le sık sık neredeyiz, neler var, buralarda kimler yaşar, halkın durumu nedir gibi sorularla bilgileri pekiştirmeye gayret ettik.

Yolculuğumuzu nihayet büyük bir şehirde vereceğimiz yemek molası ile noktaladık. Saat 15.00. Gümülcine’deyiz. Gümülcine, mimari dokusu ve insanları ile tam bir Türk şehri. Sokakları, mimari yapıları, eskiden kalma eserleri velhasıl her şeyi ile Türklüğünü dışa vuruyordu. Gümülcine’deki konsoloslukta kısa bir çay molasının ardından bir Türk lokantasında soluğu aldık. Batı Trakya Türklerine has güzel yemeklerle karnımızı doyurduk. Mustafa Bey’in önderliğinde şehir meydanında biraz dolaştık. 1913 yılında bir avuç kahraman tarafından kurulan ancak dönemin İttihat ve Terakki Hükûmeti tarafından uluslararası camiadan çekinildiği için destek verilmeyip 90 gün gibi kısa ömürlü olan “Garbî Trakya Cumhuriyeti Hükûmet-i Müstakillesi”nin kurulduğu binayı yakından gördük, fotoğrafladık. Bina kendi kaderine terkedilmiş, adeta şimdilik yarasaların, baykuşların mekanı olmuş. Bakımsız bir halde ama hâlâ ayakta duruyor. Tarihe tanıklık etmeye çalışıyor. Mustafa Bey, Yunanlıların özellikle tamir ettirmediklerini söylüyor.  Saat 16.30’da tekrar yola koyulduk.

 

RODOPLAR’A ARKASINI YASLAMIŞ TÜRK KÖYLERİ

 

Devam eden yol boyunca uzaklarda yine Rodoplar’a arkasını yaslamış olan Türk köylerini görüyoruz. Bunların kimisinde camilerin ötesinde yer alan kiliseler karma köy olduklarına işaret ediyor. Ufuk hattında Adalar denizi de zaman zaman bize göz kırpıyor. Bu defa karşımıza İskeçe şehri çıkıyor. İskeçe de Gümülcine gibi büyük bir Türk şehri. Etrafında ağır sanayi kuruluşları da yer alıyor. İskeçe’ye uğramadan Selanik istikametinde yolculuğumuz devam etti. Yol üzerinde bir ara Kavala tabelasını okuyoruz. Mısır’da Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ederek devlet kurmuş olan ünlü Türk generali Mehmet Ali Paşa’nın doğup büyüdüğü yer Kavala. Bir sahil şehri. Bembeyaz evleri ile bizi selamlıyor. Kavala’dan devamla yol üzerinde Langaza levhası artık Selanik’e yaklaştığımızın da işareti gibi geldi bana. Lankaza adını köyümde sık sık duymuşumdur. Köyümüzdeki bir mahalle halkının tamamı bu bölgeden 1926 mübadelesi ile gelip dedelerimize komşu olmuşlardı. Lankaza’daki halkın yaşantısını köyümdeki Lankazalılarla karşılaştırdığımda aslında değişen pek fazla bir şey yoktu. Buradakiler de küçükbaş hayvancılık yapıyorlar. Koyun-keçi ve biraz da tarımla geçimlerini sağlıyorlardı. Batı Trakya’nın verimli toprakları Kavala’ya kadar devam ediyor. Coğrafi açıdan arazi şekiller yönünden bakıldığında Batı Trakya, Doğu Trakya’nın devamı gibi duruyor. Kavala’dan sonra kıraç bir arazi yapısı göze çarpıyor. Büyük ve Küçük Volvi gölünün etrafında yer alan verimli topraklarda sulu tarım yapılıyor. Saat 19.00 civarı Selanik’e doğu kapısından giriş yaptık. Selanik şehrinin görünümü bizim Güzel İzmirimizi andırıyor. Adalar Denizi’nin kıyısında bir inci gibi parlıyor Selanik. Selanik’e yaklaşırken “Selanik, Selanik” diye başlayan ve Atatürk’ün de çok sevdiği o meşhur türküyü mırıldandık hep birlikte. Osmanlı Devleti zamanında 1908 tarihinde II. Meşrutiyetin ilanında önemli payı olan şehir Selanik. O dönemin ifadesiyle “Hürriyetin merkezi” olan şehri bir akşam güneşinin kızıllığı altında seyrettik. Şehirde ilerlerken Osmanlı’dan kalma yapıların harabe görüntüleri gözümüze çarpıyor. Yunan ve Sırp askerlerinin anısına yapılmış olan anıt mezara gelmeden hemen yolun solunda yer alan Osmanlı kışlası mimarisiyle harap halde bile olsa kendini belli ediyor. Selanik’teki 17. Redif Fırkası karargahı burası olsa gerek. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal bu tümende görev yapmıştı. Zaman olsa şehrin her yanını gezebilsem, tarihe tanıklık eden o yerleri görebilsem diye geçirdim içimden. Ancak zamanımız kısıtlıydı. Kıyıdan yolu takip ederek meşhur “Beyaz Kule” nin yanından geçip devletimizin kurucusu Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün evinin bulunduğu semte gittik. Osmanlı dönemindeki adıyla Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi üzerinde bulunan iki katlı evin yanına gelince hepimiz heyecanlandık. Selanik’teki Türkiye Cumhuriyeti konsolosluğunun bahçesinde yer alan pembe aşı boyalı ev, 1930’lu yıllardan bu yana müze olarak kullanılıyor. İçinde imitasyon da olsa o döneme ait malzemeler sergilenmiş. Atatürk’ün çeşitli fotoğrafları ve gazete haberleri duvarları süslüyor. Evi dönüşümüzde daha ayrıntılı gezmek üzere birkaç fotoğraf çektikten sonra buradan ayrıldık. Çünkü daha 200 kilometrelik bir yolumuz vardı. Gecenin karanlığında yolu bilmem doğrultabilecek miyiz? Selanik’ten çıktığımızda akşam güneş batmak üzereydi, saat 20.45’i gösteriyordu. Florina üzerinden Makedonya’ya geçip oradan 25 kilometre giderek Manastır’a ulaşacaktık. Yol son derece sakin idi. Rahat bir yolculuk yaparak Makedonya sınırına vardık. Yunanlıların bekletmelerinin aksine Makedonlar hemen bizi sınırdan buyur ettiler.  Gece 23.00’de Manastır’a vardık. Bizi St. Kliment Ohridski Üniversitesi Rektörlüğü’nden Genel Sekreter Gülen Emin Bey adlı bir Türk karşıladı. Onun rehberliğinde Pelister Dağı eteklerinde ıhlamur ormanı içerisinde kurulmuş olan “Shumski Fenari” Türkçe adıyla Gece Feneri isimli dağ oteline yerleştik. İstanbul’dan bu yana yaklaşık 16 saattir yoldaydık. Herkes yorulmuş, ancak menzile ulaşmış olmanın rahatlığı içerisinde mutlu idi. Rektör Prof. Dr. Prof. Dr. Zlatko Zoglev de bize hoş geldiniz demek için otele geldi, tek tek konuklarla ilgilendi. Kısa bir yemek faslından sonra herkes istirahate çekildi. O gece Manastır’da temiz orman havasını ciğerlerimize çekerek rahat bir uyku uyuduk. Öyle yorulmuştuk ki, herkes bir an önce odasına çekip dinlenmek istiyordu.

Pelister Dağı’nın eteklerinde kurulmuş olan Manastır şehri, 1371’deki Çirmen zaferinin ardından Vardar Vadisi boyunca ilerleyen Osmanlı akıncıları tarafından 1378’lerde Kara Timurtaş Paşa tarafından fethedilmiştir. Böylece Manastır ve dolayısıyla Vardar Makedonyası olarak adlandırılan bölgede yaklaşık 540 yıl sürecek olan Türk egemenliği başlamıştır. Türkler fethettikleri bu şehirde yaşayanlara geniş özgürlükler tanımışlar, Anadolu’dan Balkanlara yönelik iskân siyasetiyle bölge kısa bir zaman içinde hem nüfus, hem de kültürel bakımdan Türkleştirilmiştir. Bugün Makedonların Bitola[1] olarak ad verdikleri şehir, aslında tarihî yapıları, meşhur saat kulesi, camileri, çarşıları ve diğer binaları ile XX. yüzyılın başlarına kadar tipik bir Osmanlı kenti karakterini sergilemekte idi.[2] Manastır, Osmanlı Devleti’nin son döneminde III. Ordu Komutanlığı karargâhının bulunduğu bir ordugâh şehri idi. Sultan Abdülmecit’in iradesiyle 1845 yılında ordu karargâhlarının bulunduğu şehirlerde İstanbul’daki Harbiye Mektebi’ne aday öğrenciler yetiştirilmek üzere askerî idadilerin açılması emri verilmiş[3] ve hemen bu yolda harekete geçilmiştir.[4] Manastır Askerî İdadisi 1847 yılında açılarak eğitim-öğretime başlamıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğine doğru idadilerin mevcut binalarının daha modern hale getirilmesi konusunda teşebbüslerde bulunulmuştur.

 

GENÇ CUMHURİYET MAKEDONYA

Genel hatlarıyla bakılacak olursa, 25 bin 713 kilometrekarelik bir yüzölçümüne sahip olan Makedonya Cumhuriyeti, Balkanlarda Yugoslavya’nın dağılmasından sonra 8 Eylül 1991 tarihinde kurulmuş genç cumhuriyetlerden birisi. Nüfusu 2 milyon 22 bin 547 kişi. Makedonya Cumhuriyeti, kuzeyinde Sırbistan, Karadağ, güneyinde Yunanistan, batıda Arnavutluk, doğuda ise Bulgaristan ile komşudur. 2000 metrenin üzerinde bulunan yüksek dağlarından dolayı Makedonya tipik bir Balkan (dağ) ülkesidir. En yüksek yeri 2 bin 753 m. İle Büyük Karab dağıdır. Diğer önemli yükseltiler ise Üsküp’ün kuzeyinden Kosova’ya uzanan Şar Dağları üzerinde bulunur. Makedonya’nın güneybatısında Arnavutluk sınırı üzerinde bulunan Ohri Gölü (349 km2) büyük bölümü Arnavutluk ve Yunanistan’a ait olan Prespa Gölü ile ülkenin güneydoğusunda Yunanistan sınırında bulunan Doyran Gölü ülkenin en büyük üç gölüdür. Makedonya içerisinde 301 km yol kateden Vardar nehri, Bregalnica, Srna, Reka, Treska ve Pçinya nehirlerinden oluşan kolları ile en uzun nehirdir.

Makedonya bir ulus-devlet statüsünde bulunmadığından yeni kurulan cumhuriyetin ulusal günlerle ilgili bir yasası henüz çıkarılmamış. Ancak, fiili olarak 2 Ağustos 1903 tarihinde Osmanlı yönetimine karşı başlatılan “İlinden Ayaklanması” veya “Kruşevo İsyanı” yıldönümü ile Yugoslavya’dan ayrılıp Makedonya Cumhuriyeti olarak yeniden kuruluşlarını ilan ettikleri 8 Eylül 1991 tarihine atfen iki günü, ulusal gün olarak kutlamaktadırlar. Parlamenter demokratik sistemi benimsemiş olan Makedonya Cumhuriyeti’nde çok partili sistem içinde her topluluk kendini temsil edebilmektedir. Ülkenin etnik yapısına bakıldığında Makedonlar yüzde 64 ile birinci sırada yer alırlarken, Arnavutlar, yüzde 25, Türkler yüzde 5, Rom(Çingene)lar yüzde 2,5, Sırplar, yüzde 1,7, Boşnaklar yüzde 0,84, Ulahlar yüzde 0,48, diğerleri de yüzde 1,04’ü oluşturmaktadır. Ülkenin yüzde 66,7’i Ortodoks Hıristiyan iken, yüzde 30’u Müslüman, yüzde 0,5’i Katolik Hristiyan, yüzde 2,8’i de diğer dinlere mensupturlar. Makedonya’da kentleşme oranı yüzde 60 civarındadır. Ülke nüfusunun dörtte birinin başkent Üsküp’te yaşadığı söyleniyor. Başlıca önemli şehirleri Kumanova, Manastır, Pirlepe, Kalkandelen, Köprülü, Ohri, Gostivar, İştip ve Ustrumca’dır. Ülkede resmi dil olarak Makedonca kabul edilmiştir. Bundan başka Arnavutça, Türkçe, Sırpça, Boşnakça, Ulahça ve Romca (Çingenece) da kullanılmaktadır. Resmi verilere göre ülkedeki okuryazar oranı yüzde 99’dur. Ekonomik bakımdan büyük ölçüde dışa bağımlı olan Makedonya Cumhuriyeti’nde kişi başına düşen milli gelir, resmi kaynaklara göre 1900–2000 dolar civarında gösteriliyor. Cadde ve sokaklara bakıldığında gelir düzeyinin bunun da altında olduğu anlaşılıyor. İşsizlik gün geçtikçe arttığı gibi, ekonomisi açık vermeye başlayan bir ülke olan Makedonya, Avrupa Birliği’ne ve NATO ittifakına dahil olmak için büyük gayretler harcıyor. Bizlerin, tarihte Büyük İskender veya Makedonyalı İskender olarak bildiğimiz şahsiyetle Makedonya, tarihteki yerini almıştır. Bugün Üsküp şehrinin merkezinde at üzerinde büyük bir İskender heykeli yapılmış ve Yunanistan’ın tepkisi yol açmıştır. Aslında Makedonya tarihi M.Ö 11 nci yüzyıla kadar uzanmaktadır. Türklerin Makedonya coğrafyası ile tanışmaları Avrupa Hun Devleti ile başlar. Attila’nın Bizansla yaptığı mücadelelerde Makedonya coğrafyası Türklerle tanışır. Bölgedeki etkilerimiz 8. yüzyılda Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara inen ikinci büyük Türk göç dalgasında yer alan Avar, Peçenek, Bulgar ve Kuman Türkleri ile devam eder. Zaten Makedonya’da Kumanova diye bir şehir dahi vardır. Osmanlı Türkleri’nden önce Selçuklu Türklerinden bir bölümü Balkanlar coğrafyasına yerleşerek bu bölgelerde önemli üsler kurmuşlardı. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar bölgesinde yerli ve yabancı tarihçilerin -eski deyimle istimalet- “gönül alma siyaseti” dedikleri bir yöntemle kısa sürede egemenlik kurmalarının arka planında aslında daha önceden bu coğrafyada yurt tutmuş olan Türklerin önemli etkilerinin bulunduğu gerçeği gizlidir. 1364 yılında Osmanlı Beyliği ile Sırp-Macar-Bosna Despotluğu arasında bugünkü Bulgaristan sınırları içerisinde cereyan eden Sırpsındığı Savaşı, Lâla Şahin Paşa komutasındaki Türklerin kesin zaferi ile sonuçlandı. I. Murat, Lala Şahin Paşa’ya Meriç ve Arda vadisi boyunca Balkanlara yönelik akınlara devam etmesi emrini verdi. 1371’de kazanılan Çirmen Zaferi ise bu coğrafyadaki Türk egemenliğini perçinlediği gibi, Balkanlar’ın kapılarını Türklere aralayıverdi. Gümilcine, Serez ve Selanik alındıktan sonra Vardar Vadisi boyunca ilerleyen Türk akıncıları Selanik’ten Gevgili (Gökili) kapısından bugünkü Makedonya coğrafyasına giriş yaparak o bölgeyle tanıştılar. Vardar Vadisi boyunca ilerleyen atlılarımız Tikveş ve Köprülü’yü arkalarında bırakıp Üsküp’e uzanıverdiler. Üsküp’ten Kosova’ya zaten fazla bir mesafe yoktu. Yaklaşık iki günlük bir yoldan sonra Vardar ve Arda nehirleri boyunca ilerleyen Gazi Evronos Beyin, Gazi Mihal Beyin, Malkoçoğullarının süvarileri ile Yıldırım lakaplı Şehzade Bayezıd’ın kuvvetleri Kosova sahrasında buluştular. Önlerinde Hüdavendigâr sıfatlı Sultan Murat Han vardı. Sırp Despotluğu ile Kosova sahrasında karşılaştılar. Kosova’da yapılan çetin meydan muharebesinin ardından 1389’da kazanılan I. Kosova Zaferi ile birlikte Makedonya bölgesi artık tamamen Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş; bölgedeki Sırp egemenliği de böylece sona ermiş oldu.

 

MÜKELLEF BİR KAHVALTI SOFRASI

 

Bugün 23 Haziran 2011 Perşembe, sabah 08.30’da herkes kahvaltı masasında idi. Makedon tarafı bizler için son derece mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamışlardı. Ev sahibi Makedon akademisyenlerin de katılımı (içlerinde Türkler de var) ile tatlı bir sohbetle kahvaltı yapıldı. Çaylar içildi. Sohbet esnasında bir ara Prof. Dr. Feroz Ahmad Hoca gece canavar sesinden uyuyamadığını söyledi. Biz o canavarın aslında bahçede gezen güzel renkli tavus kuşları olduğunu söyleyince hep birlikte gülüştük. Hoş olmayan sesine rağmen, görüntüsü ile kendini kurtaran güzel bir kuş olan Tavus bahçelerin süsü olarak her yerde beslenir. Kahvaltıdan sonra bir minibüsle Manastır’a gittik. Manastır Üniversitesi Rektörlük binasında saat 10.00’da bilimsel faaliyet başladı. Rektörün açış konuşmasının ardından sırasıyla heyet başkanlarının konuşmaları birbirini takip etti. Makedonya televizyonu bunları kayda aldı. Öğleden önce iki oturum halinde bildiriler sunuldu. Türk tarafının bildirileri Manastırlı bir Türk olan Muharrem Bey tarafından Makedonca’ya Makedonların bildirileri de Türkçeye simultane tercüme yapıldı. Öğle yemeği yine dağ otelinde yenildi. Öğleden sonra saat 14.00’de oturumlar başladı. İlk oturumda tarafımızdan “Mustafa Kemal ve Manastır Askerî İdadisi” konulu yansılı bir bildiri sunuldu. Bildirimizde Mustafa Kemal’in Selanik’ten Manastır’a gelişi, Manastır’da üç yıl süren lise öğrenimi hakkında ayrıntılı bilgi verildi. Ayrıca belgeler dayalı olarak lise II ve III. sınıfa ait notları üzerinde duruldu. Manastır, bir ordugâh şehri yani III. Ordunun karargâhının bulunduğu bir şehir olması hasebiyle son derece önemli bir merkez idi. Osmanlı Devleti’nin son döneminde belki de Selanik’ten sonra gelen en büyük şehirlerden biri idi. Kültürel açıdan da son derece zengin bir merkez idi. Osmanlı ordusunun en aydın subaylarının görev yaptığı bir karargâh olan III. Ordu, hemen yanı başında bulunan Manastır Askerî İdadisi, ülkenin en aydın ve en yetenekli subay adaylarını yetiştiren bir kurum hüviyetinde idi. Bizim oturumdan sonra diğer oturumlar gerçekleştirildi.

Makedon tarihçilerden Prof. Dr. Aleksandr Steryovski’nin “Manastır Askerî İdadisinin Son Günleri” konulu bildirisi ilgiyle takip edildi. Bildiride Mustafa Kemal’in idadide eğitim gördüğü dönemde Manastır vali ve komutanı olan Abdülkerim Paşa’nın Manastır şehri için yaptığı yenilikler dile getirilerek paşanın aydın bir kişi olduğuna vurgu yapıldı. Prof. Steryovski, Manastır’da bir caddeye Abdülkerim Paşa, diğerini de Atatürk adının verileceğini ifade etti. Bildiride Manastır’ın Balkan Harbi esnasında 19 Aralık 1912 günü Türkler tarafından terk edilişi, bu terk ediliş esnasında askerî idadide okuyan 285 öğrenciden 158’inin Sırplar tarafından esir edilişi ve bunların kurtarılması konusunda Manastır’daki Makedon kökenli halkın çabaları anlatılmıştır. Prof. Steryovski bildirisini Manastır’ın terk edildiği sırada askerî idadide görevli Albay Mehmet Tevfik Bey’in yerel bir gazeteye göndermiş olduğu mektuba dayandırdığını ifade etmiştir. Manastır Askerî İdadisi, Sırplar tarafından ele geçirildikten bir süre sonra hastaneye dönüştürülmüş ve uzun yıllar da hastane olarak kullanılmıştır. Prof. Steryovski, bildirisinde Manastır’da Osmanlı-Türk idaresinin hâlâ özlemle anıldığından bahsederek, bunun duygusal bir söylem olarak değil de tarihî realiteye bağlı bir söylem olarak kabul edilmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Son oturum olan V. Oturum’daki bildirilerin sunumundan sonra kapanış konuşmaları ile bilimsel toplantı sona ermiştir. Heyetlerce bilimsel faaliyetin bir günde tamamlanması ertesi günü kültür gezisi yapılması konusunda karar alındığından bugün oldukça yoğun bir program gerçekleştirildi. Oturumları müteakip Manastır Askerî İdadisi ve Manastır şehrine bir gezi düzenlendi.

 

MANASTIR ASKERİ İDADİSİ

 

Bilimsel faaliyetin ardından saat 19.30’da Rektörlük binasından yürüyerek Osmanlı döneminde III. Ordu karargâhının ve Manastır Askerî İdadisinin bulunduğu yere uzanan üzeri ulu çınarlarla donanmış genişçe caddeyi takip ederek ilerledik. Yaklaşık 200 metre ileride karşımıza Manastır Askerî İdadisi çıktı. İdadi yürüyüş istikametimize göre solumuzda kalıyordu. Sağımızda ise III. Ordu karargahı olmalı idi. Ancak şu anda yerinde yeller esiyor. Sadece III. Orduya ait ileride ekmek fırını olduğu söylenen bir bina harabe olarak yerinde duruyordu. Prof. Dr. Aleksandr Steryovski ve Rektörlük sekreteri Gülen Emin Bey rehberliğinde rektör bey ve diğer yetkililer olduğu halde heyetçe Manastır Askerî İdadisini bir akşam vakti ziyaret ettik. Ben 15–20 Ocak 2006 tarihinde Manastır Askerî İdadisinde yer alan “Atatürk Anı Odası”nı yeniden düzenlemek üzere görevli olarak gelmiş, yaptığımız tespitler doğrultusunda bugünkü şekline dönüştürülmesinde karınca kararınca katkım olmuştu. Manastır Askerî İdadisi uzun yıllar görev yaptığım Kuleli Askeri Lisesi’nin küçük ölçekte bir benzeri binadır. İdadi binası sarı renk hakim olmak üzere yer yer üzerindeki beyaz boyası, XIX ncu yüzyıl Osmanlı kışla mimari tarzı yapısı ile dimdik ayakta durmaktadır. İdadi binasını görünce doğrusu bütün heyet heyecanlandı. Hep birlikte devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kişiliğinin şekillenmesinde etkili olan bu okulu görmenin hazzını duyduk. Fotoğraflardaki güzel görüntü, yanına yaklaştığımızda etrafındaki çer çöp birikintilerinden dolayı bizi yanılgıya düşürdü. Dışı oldukça bakımsız bir durumda idi. Dış nizamiye kapısının iki yan duvarı yıkılmadan kalmış, okulu çevreleyen dış duvarlar tamamen yıkılmış, bunun yerine okulun çevresi kimi yerleri kopmuş kaba saba demir veya tellerle çevrilmişti. Giriş kapısı orijinal şekliyle dururken, yanında yer alan levhada yanına çok yaklaştıktan sonra okunabilecek olan “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK, Askeri lise eğitimini 1899 yılında bu okulda tamamladı” ibaresi yazılı. Kapının üzerinde mermere kazınmış olan sağlı sollu iki yanında kabartma halinde kırmızı elma ve dünya figürleri olan kitabesi silinmeye yüz tutmuş. Üzerindeki yazıda Osmanlıca kûfî hatla “Mekteb-i İdadi-yi Askeri” ifadesi yazılı. İkinci katın balkonunda bulunan orijinal demirler ise paslanmaya yüz tutmuş. Onun yukarısında binanın alınlık bölümünde yer alan mermere kazınmış olan Osmanlı arması ise yerinde yok, ne olduğu meçhul. Kapıdan içeri girdiğimizde birbirine paralel olarak ikinci kata uzanan merdivenlerden yukarıya çıktık. Mustafa Kemal’in yürüdüğü merdivenlerin önünde fotoğraflar çektirdik. Makedonya Devleti tarafından Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılan bina, ödenek sıkıntısından olsa gerek bakımsız bir durumda. 1999 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılan müze, en sona 2006 yılında tarafımızdan başlatılan bir girişimle Üsküp Askerî Ataşeliği ile ortaklaşa olarak bugünkü hale getirildi ve dönemin Genelkurmay Başkanı tarafından ziyarete açıldı. Heyetle birlikte ikinci katta yer alan “Atatürk Anı Odası”nı geziyoruz. Her ne kadar Büyük Atatürk’ün anısına layık bir yer olarak yapılamamış olsa da varlığı dahi önemli olan bir oda. Odada incelemelerde bulunan heyetimize bilgi verip onları aydınlatmaya çalıştık. Heyettekiler anı odasını fotoğrafladıktan sonra oradan ayrıldık. Akşam karanlığı çökmüştü. Şirok Caddesi’nden şehrin merkezine doğru bir yürüyüş yaptık. Manastır Askeri İdadisi’ne yaklaşık 150 metre mesafe yürüdükten sonra Şirok Caddesi üzerinde Makedonca “Dom Armie” diye adlandırılan tarihi orduevi binasını görüyoruz. Heybetli bir bina, Türk askerî mimarîsine uygun olarak inşa edilmiş. Duvarlarda yer yer top ve tüfek gibi silah kabartmaları bulunuyor İnşasına Balkan savaşlarından önce başlanan bina, savaşla birlikte yarıda kalmış, ancak III. Ordu Komutanlığı devlet merkezinden gönderilen ödeneği başka amaçla kullanmayarak şehri terk ederken Makedon yetkililerine vererek binanın tamamlanmasını istemiştir. İşte hükmettiği topraklardan çekilirken düşmana yâr olmasın diye tahrip etmeyip âbâd eden, mamur bir belde haline getiren, kısacası yıkıcı değil her zaman yapıcı olan zihniyetin tezahürü bu olsa gerek. Makedonların, “bir gün Türkler geri gelirlerse bunun hesabını bizden sorarlar” düşüncesiyle bu ödeneği başka maksatla kullanamadıklarından binanın inşasını tamamladıkları halk arasında hâlâ söylenip gidiyor. Bizim paramızla yapılan bahsettiğimiz bu eser, bugün yine en heybetli tarihi binalardan biri ve müze olarak kullanılıyor. Ordu kulübünü de fotoğraflıyoruz. Prof. Steryovski ile şehrin meydanına doğru uzanan Şirok Caddesi üzerinde yürüyor ve tarihten konuşuyoruz. O, Şirok Caddesinin adının “Hürriyet Caddesi” olacağını söylüyor. Bizler de tarihe uygun bir ad olur diye karşılık veriyoruz. Rektör Prof. Dr. Zoran Zoglev biraz ötede Atatürk’ün idadide öğrenciyken gönlünü kaptırdığı Makedon kızı Eleni’nin evini gösteriyor. Manastır Askerî İdadisinde eğitim gördükleri yıllarda delikanlılık çağının baharını yaşayan öğrenciler kimi zaman şehrin kızlarıyla yaşadıkları aşklarla da anılırlardı. Mustafa Kemal yakışıklılığı ile kızların ilgisini çeken bir gençti. Bu kısa çarşı izinlerinde zaman zaman karşılaştıkları şehrin önde gelen Rum asıllı tüccarlarından Eftim Karinte’nin kızı olan Eleni Kriyas, Mustafa Kemal’e âşık olmuştur. Kimi rivayetlere göre Mustafa Kemal, Eleni’yi Selanik’e götürmek dahi istemiş, annesi Zübeyde Hanım buna razı olmamıştır.[5] Makedonların büyük önem verdiği bu konu rahmetli Midhat Cemal Bey’in danışmanlık yaptığı ve senarist Aneta Şiyakova’nın filmleştirdiği “Manastır’da Bir Aşk” adlı belgesel tarzı bir filmle ölümsüzleştirilmeye çalışılmıştır.[6] Burada şunu hatırlatmak gerekirse, bahse konu filmin senaryosu sadece filmci Milton Manaki’nin anılarına dayandırılarak ele alınmış, başka kaynaklardan araştırması yapılarak bu konudaki bilgiler teyid edilememiştir.[7] Evin hemen yanında Milton Manaki’nin evi de onarılmış, müze olarak kullanılmak üzere hazırlanmış durumda idi. Mustafa Kemal, öğrencilik döneminde Manaki kardeşlere mutlaka fotoğraf çektirmiş olmalıdır; ancak bunlara bugüne kadar ulaşılamamıştır. Şirok Caddesi’nde yürümeye devam ediyoruz. Biraz ileride, İttihatçı fedailer tarafından Şemsi Paşa’nın 1908’de vurulduğu postane binası ile Manastır Kapalı Çarşısı, İsa Bey Camii, Mustafa Paşa camileri cadde üzerinde boy gösteriyor. Şehrin meydanına oldukça gösterişli bir İskender heykeli konulmuş, yanında su ve ışık gösterisi yapılıyor. Manastır halkının en büyük zevklerinden biri akşamın karanlığında bu su, ışık ve ses gösterisini izlemekmiş. Bizler de buna şahit olduk.

Şirok Caddesi’nde Mustafa Kemal’in gençlik yıllarında yürüdüğü yollarda adım atarak yürümenin hazzını yaşadık. Gençlik yıllarında herkes fırtınalı günler yaşamıştır. Mustafa Kemal’in Manastır’da geçen günleri de fırtınalı bir dönemi bünyesinde barındırır. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nin yaşandığı bir dönemde burada öğrencilik yaptı. Osmanlı Devleti’nde önemli fikir hareketlerinin yaşandığı bir dönemdi o yıllar. Keza, Makedonya coğrafyası ise, etnik çatışmaların, yabancı müdahalesinin en yoğun yaşandığı bölgelerden biriydi. Askeri Lise öğrencilik yıllarında öğretmenleri onun karakterinin şekillenmesinde büyük rol oynadı. Askeri Lise öğrencilik yıllarında öğretmenleri onun karakterinin şekillenmesinde büyük rol oynadı. Mustafa Kemal’in Manastır Askerî İdadisi’nde yetişmesinde emeği geçen pek çok öğretmen subay vardır. Bunlardan biri Matematik öğretmeni Yüzbaşı Faik (Bermek) Bey, Kitabet hocası Mehmet Asım Bey, Tarih öğretmeni Yüzbaşı Mehmet Tevfik (Bilge) Bey’dir.

 

Mustafa Kemal’in öğrencilik yıllarında tarihe ve özellikle de Türk tarihine karşı merakı çoktu. Manastır Askerî İdadisi’nden tarih hocası Kolağası(Yüzbaşı) Mehmet Tevfik (Bilge) Bey değerli ve vatansever bir subaydı. Türk tarihini iyi biliyor, öğrencilerine tarih zevkini, tarih bilincini aşılamaya gayret ediyordu. Yıllar sonra Mustafa Kemal, Türk tarihinin bütün derinliği ve genişliğini kavramış olan hocasından daima saygı ve övgüyle bahsetmiştir. Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı Ali Fuat’ın bu konudaki yorumu şöyledir: Mehmet Tevfik Bey, “…değerli ve milliyetçi bir Türk subayıydı. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. Atatürk, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Bir gün bana: ‘Mehmet Tevfik Bey’e minnet borcum vardır; bana yeni bir ufuk açtı’ demiştir.”[8] Atatürk yıllar sonra çok değer verdiği öğretmenini milletvekilliğine aday gösterecek ve beşinci dönem Diyarbakır mebusu olarak meclise girmesine öncülük edecektir. Türk eğitim ve fikir hayatında önemli yer edecek olan bu aydın eğitimciler Cumhuriyet döneminde öğrencileri Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı bütün yenilikleri gönülden desteklemişlerdi.[9] Mustafa Kemal’in Selanik Askerî Rüştiyesi’nden beri hayat boyunca arkadaşlıkları devam eden birkaç kişi arasında Salih (Bozok), Nuri (Conker), Fuat (Bulca), İsmail Hakkı (Kavala), bulunuyordu. Manastır Askerî İdadisinde bunlara Ömer Naci, Pirlepeli Ali Fethi (Okyar), Köprülülü Kâzım (Özalp), kendilerinden iki üst sınıftan ise Enver (Paşa) ve diğerleri eklendi. Mustafa Kemal, Askeri Lise öğrencilik yıllarında bir ara şiire meraklandı. Güzel konuşmaya özendi, hitabet dersleri o yüzden pekiyi idi. Hatta Manastır Askeri Lisesi’nden yakın arkadaşı Ömer Naci onu şiir yazmaya heveslendirdi.

 

YENİ BİR DÜŞÜNVE VE GÖRÜŞ UFKU

 

Daha özlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, Manastır Askerî İdadisi Mustafa Kemal’e yeni bir düşünce ve görüş ufku açtı. Bu sırada askerî okullarda Namık Kemal edebiyatının ve Mithat Paşanın fikirlerinin etkisi çoktu. Fransız ihtilâlini konu alan eserleri okuduğu konusu ise şüphelidir. Çünkü Osmanlı ülkesinde henüz bu olayları anlatan eserlerin tercümesi yapılmamıştır. Mustafa Kemal’in Fransızcası o kadar iyi olmadığından Fransızca eserleri takip etmesi de mümkün değildir. Bu tür eserleri ancak İstanbul’a Harbiye Mektebine geldikten sonra tanıma, okuma fırsatı bulacaktır. Şurası bir gerçek ki, Mustafa Kemal Manastır Askerî İdadisinde artık yalnız bir Osmanlı değil, aynı zamanda Namık Kemal havasında bir vatansever ve hürriyetçi fikirlerle dolu biri oldu. Mustafa Kemal’in Manastır’daki öğrencilik hayatındaki bu şahsiyet ve yön tayin edici gelişmesi, onun hayatında önemli bir dönüm noktasını teşkil eder.[10] Aslında O, Osmanlıcı fikirleriyle ön plana çıkan vatan şairi Namık Kemal’in fikirlerinden aldığı ilhamla yolunu çizerken daha sonraki süreçte bu anlayışı kültür temelli Türk milliyetçiliği üzerine oturtup sistemleştirerek devletin temel felsefesi haline getirmiştir. Mustafa Kemal, özellikle Türk İstiklal Harbi döneminde gerek cephede, gerekse mecliste sık sık Namık Kemal’e atıf yaparak ona verdiği değeri gözler önüne sermiştir. Atatürk 14 Eylül 1931 tarihinde yaptığı bir konuşmasında Türkçü şairlerden Mehmet Emin Yurdakul ile ilgili de şunları belirtmiştir: “… Şair Mehmet Emin Beyin ilk kez Manastır Askerî İdadisinde öğrenciyken okuduğum ‘Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımını bulmuştum…”[11]

Şirok Caddesi boyunca devam eden kısa yürüyüşün ardından Gaziantepli bir Türkün işlettiği Lezzet Lokantası’nda akşam çayını yudumladık. Biraz sohbet ettik. Manastır halkının en büyük zevki, taa Osmanlıdan bu yana devam ede gelen alışkanlıkları Şirok Caddesi’nde akşam gezileri olsa gerek. Cadde son derece kalabalık, çocuğunu, arkadaşını alan Şirok caddesinde volta atıyor. Cadde üzerine konulmuş masa ve sandalyelerde herkes koyu bir sohbete dalmış. Rektör, Manastır’da herkesin bir biriyle uyum içerisinde yaşadığından bahsediyor ve devam ediyor, bu aslında Osmanlı’dan günümüze devam eden hoşgörü anlayışının yansımaları diyor. Akşam saat 21.30’da otele döndük. Otelde resmî akşam yemeği yenildi. Yemekte Manastır’ın en önemli sanatçılarından olan Türk kökenli Sabahattin’in Türkçe şarkılarıyla, Rumeli ezgileriyle coştuk. Sabahattin Bey söyledikleri ile bizi kâh Rumeli’de gezdirdi, kâh İstanbul’a götürdü; Türk kültür coğrafyasında şarkılı türkülü bir gezi yaptırttı. 24 Haziran 2011 Cuma günü erkenden kahvaltı yapıldı. Makedon yetkililer tarafından otelden uğurlandıktan sonra Mustafa Bey’in rehberliğinde Resne üzerinden Ohri şehrine doğru yola çıktık. Yolun solunda Maya dağları uzanıyor. Hemen ileride meşhur Pelister tepesini görüyoruz. Dağları aşarak devam eden yolculuğumuz sırasında Mustafa Bey’e Tomoros tepelerini soruyorum. O da dağlardan aşağı inen yolun solunda ilerideki yüksekçe tepeler olduğuna işaret ediyor. Birinci Dünya Harbinde Makedonya Cephesine gönderdiğimiz Takviyeli 177. Piyade Alayı bu dağlarda muharebe etmişti. Yaklaşık 5 bin 500 seçme askerden oluşan bu birliğimiz 1916 yalında Almanlara yardım etmek amacıyla buralara gönderilmişti. Almanlar tarafından onlara gerekli yardım yapılmadığı gibi, devlet merkezinden de destek gelmediğinden büyük kayıplarla karşı karşıya kaldılar. Yaklaşık 2 binden fazla Mehmetçik’i bu dağlarda şehit verdik. Onların anısına bir şey yapamadık. Makedonlara sorduğumda bu olaydan haberlerinin dahi olmadığını söylediler. Ankara’da görevde iken tarafımızdan başlatılan bir girişimle burada bir şehitlik yapılması konusunda bir proje hazırlatılmış, Milli Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanlığı kanalıyla Üsküp Büyükelçiliği ve Askerî Ataşeliği’ne bu konuda gerekli yazışmalar da başlatılmıştı. Tomoros dağlarında bir Türk Şehitliği yapılması projesi hâlâ bekliyor. Mustafa Bey de bizim kadar bu konuya gönül vermiş bir kişi. Makedonlar şimdilerde buralarda bize ait bir şehitlik yapılmasına sıcak bakıyorlar. Vatandan uzak ama eski vatanı savunmak amacıyla giden bu adsız kahramanlarımızı yad edecek bir şehitliğin yapılması, orada uğruna şehit oldukları al bayrağımızın dalgalanması kadar doğal bir şey olamaz. Ve dahası Makedonya’daki soydaşlarımız için de özgüveni tazeleyici bir mekan olarak bu şehitliğin bir an önce yapılmasında yarar var. Maya dağlarından aşağıya indikten sonra Resne’de mola verdik. Resne II. Meşrutiyet dönemi tarihimizde meşhur olan Resneli Niyazi Bey ile ünlü bir şehir. Ayrıca mayhoş, kırmızı elması ile bilinen bir yer. Resneli Niyazi Bey, Meşrutiyet döneminin önde gelen subaylarından biri. O dönemin gazetelerine yansıyan Palabıyıklı resimleri ve meşhur geyiği ile Hareket Ordusu’na gönüllü birlikleriyle katılan Resneli Niyazi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de askeri önderleri arasında bulunuyordu. Hatta II. Meşrutiyet’in ilanında Resne’de dağa çıkarak padişaha ültimatom gönderdiğini ve anayasanın hemen uygulamaya konulmasını istediğini tarih kitaplarımız yazar. Resneli Niyazi Bey’in, ilginç barok mimarisi ile şehirde hemen kendini gösteren köşkünün önündeyiz. Niyazi Bey zevkine göre yaptırdığı bu köşkte ne yazık ki, pek vakit geçirmeye fırsat bulamamıştır. Bahsettiğimiz bu eser görüntüsü ve tüm güzelliği ile bizi cezbetti. Son derece özenle yapılmış olan mimarisi ve bütün heybetiyle bugün müze olarak hizmet veriyor. Resne şehri görüntüsü ile tipik bir Anadolu kasabasını hatırlatıyor.

Resne’den sonra kısa bir yolculuğu müteakip Ohri şehrine uzanıyoruz. İttihatçı subaylardan Ohrili Eyüp Sabri Bey’in şehri burası. Ohri, adıyla anılan berrak bir gölün kıyısında kurulmuş bir sayfiye şehri görünümünde. Sahil boyunda dolaştık. Makedonya’nın Antalya’sı olan Ohri’yi sahilden seyretmenin zevkini tattık. 2006 yılında geldiğimde bir akşam vakti Ohri kıyısında bulunmuştum. Ohri’de güneşin batışı şairlere, ressamlara ilham verecek güzellikte idi, ben de fırsatı kaçırmayıp o anı hemen fotoğraflamıştım. Akşam gurup vaktinin kızıllığında Ohri gölü kıyısından bizim Safranbolu evlerini andıran güzellikteki Ohri evlerini seyretmiştim. Hele gölün kıyısından yamaçta sıralanmış evlere bakınca bu gelişimizde de heyettekileri “Kendinizi Safranbolu’da hissedebilirsiniz, ne kadar da benziyor!” demekten kendimizi alamadık. Mimarimiz, estetiğimiz ne de güzelmiş… Anadolu’dan bu coğrafyaya kadar peşi sıra bütün güzelliklerimizi taşımışız. Ohri’nin, özellikle yazları bir sayfiye şehri görünümüne büründüğü söyleniyor. Küçük bir limanı bulunuyor. Şehirde tatlı su balıkçılığı yapılıyormuş. Ohri Kalesi şehrin hemen arkasında hakim tepelerini üzerinde yükseliyor. Burçları sağlam görünüyor. Ohri, ayni zamanda gölden elde edilen incisiyle meşhur bir şehir. Türk çarşısını geziyoruz. Gümüş üzerine işlemeleri Ohri incileri vitrinleri süslemiş alıcı bekliyor. Dar sokakları, taş döşemeli kaldırımları, cadde ve sokakları, hamamları, camileri, hanları ve diğer yapıları ile Ohri, bizden bir şehir görünümü sergiliyor. Ohri’den hareketle biraz ileride bulunan Struga şehrine gidiyoruz. Struga’da Şiir Akşamları, edebiyata meraklı olduğum için bu şehri lise yıllarımdan beri merak ederdim. Şair İlhan Geçer’in “Şiir Dolu Struga Akşamları” adlı yazısında tarif ettiği bu güzel şehri bir kez daha görme fırsatı buldum. Struga’da “Şiir Evi” ve “Yahya Kemal Beyatlı Müzesi” bulunuyor. Struga, Ohri Gölü kıyısında Drim nehrinin kaynağında kurulmuş bir küçük şehir. Ohri şehri gibi burası da gölle kucaklaşmış bir yer. Drim nehrinin kaynağına gidiyoruz. Kaynağı, Ohri Gölü olan bir nehir, Drim. Şehri ikiye bölen Drim nehri üzerinde pek çok köprü kurulmuş. Köprülerden birinin üzerinde durduk. Ohri’den Drim’e karışan berrak suyun güzelliğine dalarak Struga Şiir Akşamları’nı düşündüm. Şairlerimizden Mustafa Necati Karaer’in, İlhan Geçer’in şiir okurken Strugalı Türkleri heyecanlandırdıkları Drim Köprüsünde Makedonyalı Türk şairler Nusret Ülkü, Bayram İbrahim, Suat ve Hayri Engüllü, Hasan Mercan ve Necati Zekeriya’nın güzel Türkçemizle söyledikleri şiirleri hayalimde canlandırdım. Yugoslavya döneminden bu güne şairleri bir araya toplayan meşhur şehir burası idi. Bir Türk tarafından işletilen Drim Oteli, şehrin en modern tesisi durumunda. Struga’da da Ohri’deki gibi zamanında Belgradlı bürokratlar tatil yapsın diye mecburen yapılmış estetik değil ama statik yapıda pek çok oteli kıyı boyunca görmek mümkün. Şehrin bir yakasında şairimiz Yahya Kemal’in adına kurulmuş olan bir müze bulunuyor imiş. Drim’in kaynağına yakın bir çay bahçesinde çaylarımızı yudumladık, çağlayan sesiyle ruhumuzu biraz dinlendirdikten sonra tekrar yola koyulduk. Hedefte ulaşacağımız yer Atatürk’ün büyük dedelerinin yaşadığı Kocacık köyü idi. Önümüzde uzunca bir yol vardı. Bize bu yolculuğumuzda yüzyıllar önce akıncı cetlerimize yaptığı gibi Drim nehri klavuzluk edecekti. Nehir boyunca uzanan kıvrımlı yolları takip ederek Debre Bâlâ’ya ulaşacaktık. Makedonlar Drim üzerine kurdukları barajlarla hem elektrik üretiyorlar, hem de sulu tarım yapıyorlar. Büyükçe bir baraj gölünün kıyısında Jupa Dağları’nın eteğinde kurulmuş olan Debre-i Bâlâ şehri orta büyüklükte bir kasaba görüntüsünde. Barajda dağların yansıması çok güzel bir görüntü oluşturuyor. Debre’ye vardığımızda saat 14.00 civarıydı. Bir Arnavut lokantasında öğle yemeği yenildi. Oradan Jupa kasabasına uzanan kıvrımlı yolları takip ederek rakımı epeyce yüksek dağlara doğru tırmanışa geçtik. Yollar kıvrım kıvrım yükseğe doğru çıkıyordu. Bu defa Debre baraj gölü sağımızda kalmıştı. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Jupa belediyesine vardık. Oradaki Türklerden kısa bilgi aldıktan sonra Kocacık’a doğru tırmanışa devam ettik. Kocacık’a vardığımızda saat 15.00’i geçiyordu. Köy girişinde kimseyi göremedik. Sanki terk edilmiş bir köy gibiydi. Caminin yanında bulunan okulun karşısındaki evden öğretmen Sabahattin Bey bizi karşıladı. Sabahattin Bey’le kısa bir hoşbeşten sonra eski köyün bulunduğu yere çıkıldı. Orada Ali Rıza Efendi’nin baba ve dedelerine ait evlerin temellerinin bulunduğu yere vardık. Kalıntıları fotoğrafladıktan sonra tekrar köye döndük. Sabahattin Bey’in ifadesine göre etrafta bulunan 8 Türk köyünden öğrenciler taşımalı sistemle Kocacık’a getirilip burada eğitiliyorlar. Köy meydanındaki çeşmeden kana kana buz gibi su içtik. Çeşmenin üzerinde kireçle “Ne mutlu Türküm diyene!” yazısı yazılmıştı. Köy halkı geçimini tarım ve hayvancılıkla yapıyor. Türkiye’den gönderilen kimi yardımlarla okul ve eğitime katkı sağlandığı belirtiliyor. Sarışın, renkli gözlü Türklerin olduğu bir yerdi Kocacık köyü. Kocacık’ta kısa bir misafirlikten sonra tekrar geldiğimiz yolu takip ederek bu defa Jupa dağlarının kuzey batı tarafından sert virajlı vadileri ve geçitleri aşarak Morova vadisini takip ederek Gostivar’a oradan da Üsküp’e ulaştık. Morova vadisi bizim akıncıların Avrupa içlerine doğru uzandıkları önemli geçitlerden birisi. Bugün Makedonya’nın kış turizmine merkezlik yapan bir yer buraları. Gostivar civarı Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir yerleşim yeri. Etraftaki köylerde göğe yükselen beyaz minareler, oralarda Müslüman halkın yaşadığına işaret ediyordu. Makedonlar ülkenin sadece bu kesiminde otobanlar inşa etmişler. Gostivar’a yakın otobana girdik. Otobanlara hem girişte hem çıkışta ücret ödeniyor. Dede Korkut hikayelerindeki Deli Dumrul misali Makedonya hükümeti buralardan gelir temin etmeye çalışıyor. Üstelik ücretler bize göre oldukça pahalı.

 

HARABATİ BABA TEKKESİ VE KALKANDELEN

 

Gostivar’dan Üsküp’e giderken yolun solunda içeride bulunan Kalkandelen şehrini de uzaktan seyrettik. Kalkandelen şehrini ben 2006’da görmüştüm. Heyet olarak bu defa gezemedik ancak ben hatırladıklarımı onlarla paylaştım. Osmanlı Devleti’nin Balkanları Türkleştirmesinde tekke ve zaviyelerin önemli bir yeri vardır. Batılı tarihçilerin dahi kabul ettikleri gönül alma siyaseti -bizim bugün psikolojik harp yöntemi diye bildiğimiz yöntem- ile bütün Balkan coğrafyası Türkleştirilmişti. Balkanların Türkleştirilmesinde önemli stratejik noktalarda kurulmuş olan mekanlar son derece etkili idi. Buralarda Türk kültürü tanıtılır. Hangi din, düşünce, inanç ve milliyetten olursa olsun her topluluğa hoşgörüyle yaklaşılırdı. İşte böyle mekânlardan birisi Kalkandelen’de dağların hemen eteğinde kurulmuş olan Harabati Baba Tekkesi’dir. Kimi Türkçe kaynaklarda Sersem Ali Baba dergahı olarak da kayıtlı olan bu eserin tarihi, Kanuni Sultan Süleyman devrine kadar gidiyor. Klasik dönem Türk mimarisine göre inşa edilmiş misafir evi, aşevi ve diğer toplumsal mekanları dimdik ayakta duruyor. Bugün bir açık hava müzesi olan bu mekan yaklaşık 27 dönümlük bir arazi üzerine kurulmuş. Harabati Baba Tekkesi’nin etrafı 3 metre yüksekliğinde mazgallı duvarlarla çevrili. İç savaş sırasında Arnavut milislerin karargahı olarak kullanıldığından duvarlarında hala mermi izlerini görebilirsiniz. Burası Yugoslavya döneminde uzun yıllar turistik bir tesis olarak hizmet vermiş. 2006 yılı Ocak ayındaki ziyaretimizde dış Kapıdan içeri girdiğimizde o zamanki sorumlusu olan Rahmetli Muharrem Baba tarafından karşılandık. Muharrem Baba’yı, çocukluğumda okuduğum kitaplardaki görüntülerle pekiştirmeye çalışmıştım: Hafızamda kaldığı kadarıyla Dede Korkut görünümlü bir şahsiyetti. Yaptığımız görüşmede Makedonya’daki Türklerden, Türklerin genel durumlarından bahsetti. Konuşmasında Atatürk’e ve Türkiye’ye hayran biri olduğunu vurguluyor; Atatürk’ün akrabalarının Makedonya’nın Debre vilayetine bağlı Kocacık köyünde yaşadıklarını söylüyordu. Hatta, Türkiye’de hazırlanan “Atatürk’ün Soyu Belgeseli”nde kendisine fikir danışılmış, açıklamalarda bulunmuştu. Akşam saat 19.00 civarı Üsküp’e ulaştık. 2006 yılından bu yana Üsküp epeyce değişime uğramış. Özellikle Vardar nehri boyunca yapılan devasa binalarla çehresi değişmeye yüz tutmuş. Şehir merkezine yakın bir bölgede Vardar kıyısında arabamızı park edip bir saatliğine de olsa Dr. Ali Güler ile Üsküp’te kısa bir gezi yaptık. Türkülerimize konu olan Vardar’ın kıyısında “Vardar Türküsü”nü mırıldandık. Nehir, kış mevsimindeki coşkusunu kaybetmiş, son derece sakin akıyordu. Yer yer köprüler inşa edildiğinden yatağı yer yer değiştirilmişti. Hemen yanı başımızda şehir meydanı ile tarihî şehri birbirine bağlayan bizim köprümüzü, Taşköprü’yü görünce heyecanlandık. Aşina bir eserle karşılaşmanın sevinç ve heyecanıyla ona doğru yürüdük. Hep okumuşuz ve duymuşuzdur: Selçuklu Anadolu’yu imar etmişti. Osmanlı’nın ise Anadolu’yu kendi halinde bırakıp Balkanları imar etmek uğruna elinden geleni yaptığını, buralarda şimdi dimdik ayakta kalan yapılardan anlayabiliyorsunuz. Taşköprü ondan fazla büyük gözü ile Üsküp’ün simgesi olmuş bir Türk yapısı. Üsküp belediyesi bu köprüyü şimdilerde sembol olarak kullanıyor. Vardar nehri, Taşköprü’nün büyük gözleri arasından kuzeybatıdan güneydoğu’ya doğru akıyor. Sadece yaya trafiğine açık bulunan Taşköprü’nün kitabesi ve kaidesi 2006 yılında yerinden sökülmüştü; o zaman büyükelçi başta olmak üzere yetkililere sitem ederek bu durumu sormuştum. Şimdi takıldığını görünce biraz olsun yüreğime su serpildi. Köprünün namazgâhı yapılmış ancak Osmanlıca kitabe konulmayıp yerine pirinç bir levha üzerine II. Murat döneminde yapıldığına dair İngilizce ve Makedonca bir yazı yazılmıştı. Aslında uzun asırlar Türklerin hoşgörülü idaresi altında yaşamış olmanın verdiği bir bilinç altı kompleks, geçmişte derin izler bırakmış olan tarihi arka planı yok ederek, yeniden bir tarih yaratma endişesiyle büyük bir geçmişi silip yok etmek istemiştir diye düşündük. Balkanların her yerinde bize ait eserleri bulmak mümkün. Eserlerimize karşı yapılanlar belki de, böylesine güçlü bir medeniyet yaratamamanın verdiği hazımsızlığın, beceriksizliğin, reddi mirasın bir göstergesi olabilir. Gerçi bu durum bana Fransız tarihçisi Stephan Lousanne’ın Balkan Savaşları sırasında Bulgaristan coğrafyasına yaptığı seyahate dair yazdıklarını hatırlattı. Stephan Lousanne, eserinde şu manidar ifadeye yer vermişti: “…işgal ettikleri yerlerde kendilerinin böyle büyük eserler yapamayacağına inanan uluslar, geçmişin izlerini yok etmeye çalışarak kendi kültürlerini egemen kılmaya çalışırlar…”

Vardar nehrinin akış istikametine göre Türk şehri tarihî Üsküp, nehrin sol tarafında yani kuzeyinde kalıyor. Taşköprü’den hemen eski Türk şehrine ayak bastığınızda sizi büyük bir yapı 1460’larda inşa edilmiş olan Davut Paşa hamamı karşılıyor. Bugün sanat galerisi olarak hizmet veriyor. Onun ardında kaldırım taşları döşenmiş Türk Çarşısı bizi kucaklıyor. Çarşı esnafının büyük bir kısmı Balkanlar’da kalmış olan Evlad-ı Fatihan torunu olan Türkler. Bizleri güler yüzleri ve güzel Türkçemizin Üsküp’e has bir şivesiyle “Buyrunuz, Oş Geldınız. Nasilsınız, iyı mısınız? Nereden gelırsınız?” sözleri ve sorularıyla karşıladılar. Çarşı girişinde bizim İstanbul’da da ayni adla andığımız asırlık çınar ağaçlarının bulunduğu bundan dolayı da “Çınaraltı” diye adlandırılan bir yerden geçtikten sonra çarşı boyunca uzayan sokağı takip ederek ilerledik. Çarşıda Türklere has bir tevazu, derin bir sessizlik hakim. Esnaf her ne kadar eskisi gibi satış yapamadıklarını söyleseler de, yine kanaatkâr bir tutum içinde akşam vakti dükkanlarını kapatmak üzereydiler. Dar sokakları ve küçük dükkanları ile Üsküp Çarşısı, adeta İstanbul ve Bursa’daki dar sokaklı çarşıları bize hatırlatıyordu. Beraber gezdiğimiz Dr. Ali Güler’e az ileride 19 ncu yüzyılın başında yapılmış olan Murat Paşa Camii’ni gösteriyorum. Minaresindeki ay yıldızlı Türk bayrağı ilgimizi çekiyor, yanına vardığımızda bayrağın renginin kırmızı değil, yeşil olduğunu görüyoruz. Üsküp’teki Türk, Arnavut, Boşnak ve diğer Müslüman toplumlar tarafından ay yıldızlı fakat yeşil renkli bayrak kullanıldığını öğreniyoruz.

 

ÜSKÜP ÇARŞISI VE KURŞUNLU HAN

 

Üsküp Çarşısı’nın en önemli Türk yapılarından biri Kurşunlu Han, bugün etrafı çer çöp dolu, bakımsız bir vaziyette bulunuyor. 30 Ağustos 2005’deki Türk Silahlı Kuvvetleri günü burada kutlanmış, çok beğeni toplamış. Kurşunlu Han’dan yukarıya uzanan caddenin ismine bakıyorum. Tanıdık bir isim: (İliça Evliya Çelebi) Evliya Çelebi Caddesi. Bizim Evliya Çelebi’nin Osmanlı ülkesinde dolaşmadığı şehir neredeyse yok gibi. Meşhur “Seyahatname” adlı eserinde Üsküp’ü hanları, hamamları, çarşısı, pazarı, camileri, medreseleri ve okulları olan mamur bir Türk şehri olarak tarif ediyor. Evliya Çelebi Caddesinin ilerisinde Üsküp’ün en büyük camilerinden biri yükseliyor. Mustafa Paşa Camii. 1492 yılında Vezir Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış olan caminin avlusunda paşanın mezarı da bulunuyor. Bu tarihi yapının hemen karşısında uzanan sokak üzerinde Türkiye Cumhuriyeti büyükelçiliği ve askeri ataşeliğimiz bulunuyor. Mustafa Paşa Camii’nin hemen yanında XIX. yüzyıl mimarisi özelliklerini taşıyan iki katlı, oldukça güzel boyalı, iki büyük Türk eseri yükseliyor. Üsküp’ün meşhur Osmanlı dönemi eserleri olan bu iki yapı uzun yıllar Türkçe dersler verilen idadi ve telgraf merkezi ve devlet dairesi olarak kullanılmış. Onun hemen batısındaki tepede şehre hakim bir mekanda Üsküp Kalesi yükseliyor. Vardar Nehri’nin doğu yakasında yer alan kale, Üsküp Ovası’nı kontrol eder konumdadır. Kalede üç kapı ve 17 sur bulunmaktadır. Türkler Üsküp’ü fethettikten sonra burayı kışla olarak kullanmışlardır. Kale yer yer yıpranmış olmakla birlikte, kimi yerlerinde restorasyon çalışmalarına devam ediliyor. Üsküp Kalesi, her ne kadar eski ihtişamından, eski canlılığından hayat kalmamış olsa da tarihe meydan okurcasına ben hala ayaktayım diyordu. Türk Üsküp’ün hemen gerisinde, Kosova sahrasına doğru uzanan Şar Dağları, bulutlar arasında gizlenmiş zirveleri ile bizleri selamlıyordu. Yıldırım Bayezid Han’ın 1392 yılında fethettiği, 520 yıl idaremizde vatanlaştırdığımız ancak, 1912 yılında yaşanan ve Türk Milleti’nin hafızasında silinmez izler bırakan Balkan hezimetinden sonra hüzünle ayrıldığımız bir şehirdi Üsküp. Tarihi çarşının sonunda yer alan küçük bir kahvehanede Üsküplü Türklerle sohbet edip çaylarımızı yudumlarken zaman tünelinde, tarihin derinliklerine daldım. Tam beş asır idaremiz altında bulunmuş ve bizim kültürümüzle yoğrulmuş bir şehri izlerken, sanki ülkemizden bir şehirde imişiz duygusuna kapılıverdik. Tarihte Üsküp, Türklerin nüfusça yoğun olarak yaşadığı bir kültür şehri idi. Balkanlarda Osmanlı egemenliği döneminde gelişmiş bütün şehirler gibi bünyesinde önemli şahsiyetleri barındırmıştı. Yahya Kemal Beyatlı, bu şehirde doğup büyüdükten sonra Türkiye’ye gelen önemli fikir ve devlet adamlarımızdan biridir. Yahya Kemal, şiirlerinde; doğup büyüdüğü, havasını kokladığı bu coğrafyaya duyulan özlemi anlatır hep. Yahya Kemal o son derece acıklı -1912 – Balkan bozgununu iliklerine kadar yaşamış, hatta o dönemde Üsküp’ün elimizden çıkışını kabullenememiş, şiirlerinde maziye duyduğu hasreti yansıtırken, adeta “Bozgunda Fetih Rüyası” görürcesine özlemlerini dile getirmiştir. Sanırım lise çağlarındayken edebiyat derslerinden onun şu şiirindeki Üsküp özlemini hatırlayanımız pek çoktur:

 

“Üsküp ki, Yıldırım Bayezıd Han diyarıdır,

Evlâd-ı Fatihâna onun yadigârıdır.”

 

Ve şair, kaybedilen bu vatan parçasını, bir başka Anadolu şehrimize benzeterek kendini avutmaya çalışır. Gerçekten de bu benzetişte doğruluk payının olduğunu Üsküp’ü görünce anlıyorsunuz. Üsküp kalesinden Türk kesimine ve oradan Şar Dağlarına uzanan manzaraya dalıp baktığınızda, kendinizi Bursa’da hissedebilirsiniz. Şair, işte bu benzetişi şiirinde:

 

“Üsküp ki, Şâr Dağı’nın devamıydı Bursa’nın,

Bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın” ifadeleriyle açıklar.

 

Türk dönemini mutlu ve her bakımdan gelişmiş bir şehir olarak yaşamış olan Üsküp, tarihiyle kendi kaderiyle baş başa bırakılmışçasına mahzun ve kimsesizdi. Yahya Kemal’in Vardar Nehri’nin kıyısında olan evini göremedik fakat, şehirde akrabalarının bir kısmının hâlâ yaşadığı söyleniyor. Yahya Kemal’in evlerinin olduğu yerde, bugün ilginç mimarisi ile modern bir yapı olan Üsküp şehir tiyatrosu yükseliyor. Makedonlar, Türk Üsküp’ün tarihi dokusunu kendi kaderiyle baş başa bırakmışlar, diğer bir ifadeyle unutulmaya terk etmişler. Vardar Nehri’nin sağ yakasında yer alan yeni Üsküp şehri ise, Türk tarafına nazaran daha gelişmiş bir durumda. Yolları, modern binaları, alışveriş merkezleri, Vardar boyunca sıralanmış eğlence mekanları ile şehrin zenginlerinin yaşadığı bir semt konumunda. Her yerde hummalı bir inşaat faaliyeti sürdürülüyor. Taşköprü’nün yanı başında yapılan Adalet Sarayı devasa görüntüsü ile bölgeye hakim olmuş durumda. Karşımızda yer alan yüksek dağların tepesine ise Makedonlar’ın övündükleri ve dünyanın en büyük haçı olarak niteledikleri Hıristiyanlık simgesi yükseliyor. Geceleri ışıklandırdıkları haç, yüzlerce kilometre uzaklardan da fark edilebiliyor. Araba ve teleferiklerle oraya çıkılıyor. Makedonlar, ülkelerinde yüksekçe gördükleri mekanlara Türk çarşısında yıllar önce (2006) konuştuğumuz Terzi Cezmi Beyin Üsküp Türklerinin şivesiyle ifade ettiği şekliyle “Kıriz’i (Chris yani haçı) dikiyerlar bunu gören bizımkılar da yıkıyerlar, sonra ortalık karışıyer” idi. Oturduğumuz kahvehanede Terzi Cezmi’yi soruyorum. Çarşıda dükkanında çalışmaya devam ettiğini, iyi olduğunu söylüyorlar. Üsküp’teki kısa gezimizin ardından akşam saat 20.30 civarı Köprülü’ye doğru yola çıktık. Yolumuzun solunda Kumanova düzlüğü uzayıp gidiyor. Balkan Harbinde Osmanlı Batı Ordusunun Sırp ordusu karşısında hezimete uğradığı bir yerdi Kumanova. Anne tarafımdan 1951’de Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakılan rahmetli Hüseyin dedem de Kumanova’yı bana anlatırdı. İkinci Dünya Harbinde zorunlu olarak Bulgar ordusunda angarya askeri olarak görevlendirilmiş, Kumanova’da bulunmuş, bir ara Bulgar ordusu zor durumda kalınca bunları da silah vererek cephe hattına sürmüştü. Alman ordusu karşısında Bulgarlar Kumanova’da tutunamamışlardı. Gecenin karanlığında Kumanova’dan Köprülü’ye uzanan yol güzergahında bunları hatırladım. Bugün neredeyse 500 kilometreden fazla yol kat ettik, herkeste yorgunluk belirtileri başlamıştı. Güzel Anadolumuzun kasabalarına ulaşan yollarına benzeyen, kardeşi Sakarya gibi kıvrım kıvrım akan Vardar boyunca uzanan yolları, etrafında üzüm bağları ile çevrili vadileri ve tepeleri aşarak yolculuğumuz devam etti. Bir süre Vardar Vadisi boyunca yolculuğumuz sürdü. Vardar Nehri kimi zaman keskin kavisler çizerek, vadilerin arasından sıyrılarak uzanıp gidiyor; ovalarda ise geniş kavisler çizerek nazlı nazlı güneye doğru akıyordu. Karşımıza ilk çıkan kasaba Türkler döneminin meşhur Köprülü kazası. Yugoslavya döneminde Tito-Veles olarak adlandırılan şehir, şimdilerde sadece Veles (Köprülü) adıyla anılıyor. II. Meşrutiyet’in ilan bildirisinin Binbaşı Enver Bey (Enver Paşa) tarafından bu şehre adını veren tarihi Osmanlı köprüsüne yakın bir evin ikinci kat balkonundan okunduğu biliniyor. Ben Köprülü adını ilk defa duyunca tarihteki meşhur Köprülü Mehmet Paşa ve takipçileri olan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Mustafa Paşa ve nihayet onların evlatlıkları Merzifonla Kara Mustafa Paşaları hatırladım. Yakın dönem tarihimize baktığımızda ise Atatürk’ün daima yanında yer alan, onun sadık arkadaşlarından, Cumhuriyet döneminin meşhur devlet adamlarından Köprülülü Kazım (Özalp) Paşa’yı, Atatürk’ün Nutuk’ta sıkça bahsettiği Yahya Kaptan’ı Milli Mücadele’nin başlangıç yıllarında destanımsı bir hareketle Gelibolu yarımadasında yer alan Akbaş Cephaneliği baskınını gerçekleştirerek silah ve cephaneyi karşı kıyıya bir gecede nakletmeyi başaran Biga Kaymakamı Köprülülü Hamdi Bey’i hatıramda canlandırdım. Bu küçücük kasabada çocukluklarını geçirip, okuyarak devlet hizmetine giren, Balkan Savaşları acısı ile vatan bildikleri bu toprakları terk ederek Türkiye’ye sığınıp, son kale olarak gördükleri Anadolu’yu kahramanca savunan abide şahsiyetler birer birer gözümün önünden geçti. 60 bin nüfusu olan Köprülü kasabası, bugün küçük bir sanayi şehri olarak varlığını sürdürüyor. Adını aldığı meşhur köprü ise tarihe tanıklık etmeye devam ediyor. Köprülü’de bizi şehrin vali ve belediye başkanı karşıladı. Bize ayrılan otelde akşam yemeği yenildi. Karşılıklı sohbetler edildi. Belediye başkan yardımcılarından Türk kökenli Beyhan Bey bizlere rehberlik etti. Manastır’daki otel kadar olmasa da dinlenebileceğimiz bir mekân bulabilmiştik Köprülü’de. Gece yatağımıza uzandığımızda günün yorgunluğunun farkına varabilmiştik.

 

BEYAZ KULE VE SELANİK

 

Bugün 25 Haziran 2011 Cumartesi. Sabah erkenden kalktık. Kahvaltıyı müteakip kısa bir şehir turu yapıldı. Adalar Belediye Başkanı Dr. Mustafa Farsakoğlu, Köprülü ile kardeş şehir olduklarını belirtip kısa bir bilgi verdikten sonra yine Mustafa Bey’in rehberliğinde şehri dolaştık. Şehir Başkanı tarafından brifing verildikten sonra Adalar Belediyesince şehirdeki tarihi çınar meydanına yapılacak olan Atatürk Anıtı ve çeşmenin olduğu mekan gezildi. Köprülü şehrinde Osmanlı döneminin izlerini taşıyan pek çok eser var. Saat 11.00’de Köprülü’den ayrıldık. Vardar nehrini takip ederek Gradsko, Negotino, Gradeç üzerinden Doyran’ı solumuzda bırakarak Gevgili’ye ulaştık. Vardar nehri kıyısında kimi zaman genişleyen ovalarda sulu tarım yapılırken, bazen de dar geçitlerden, keskin virajlı yollardan geçerek yolumuza devam ettik. Bu geçitlerden birinin adı bize tanıdık geldi. Bu geçit Demirkapı geçidi idi. Gevgili Kapısı’nda Yunan gümrükçüleri tarafından biraz bekletildikten sonra saat 13.30’da içeri girdik. Evzoni kapısından Selanik’e yaklaşık 75 kilometrelik bir yolumuz vardı. Yunanistan tarafından otoban yolu takip ederek kısa sürede Selanik’e ulaştık. Selanik kordon boyundan “Beyaz Kule”nin olduğu yere gelerek incelemelerde bulunduk. Beyaz Kule, Meşrutiyet dönemi Selanik’inde önemli bir merkez idi. Subay kulübü olarak hizmet veren bu binada genç subaylar bir araya gelerek ülkenin kötü kaderinden kurtarılmasına yönelik planlar hazırlarlardı. Mustafa Kemal de sık sık burada arkadaşlarıyla buluşur, güncel konuları tartışırlardı. Selanik şehri, günün aydınlığında daha iyi bir gözlemlediğimizde ne kadar da İzmir’e benziyordu.  Atatürk, annesi Zübeyde Hanım’ı ömrünün son demlerinde neden İzmir’e göndermişti, belki de bu benzerlikten dolayı diyesi geliyor insanın. Selanik hasretini biraz olsun gidersin diye. Beyaz Kule’den ayrılıp Atatürk’ün doğduğu eve gidiyoruz. Makedonya’ya giderken dışarıdan gördüğümüz evin bu defa içerisine girip görecektik. Türkiye Cumhuriyeti konsolosluk görevlilerinin mihmandarlığında ev gezildi. Türkiye’den turlarla gelen diğer ziyaretçileri de orada gördük. Saat 16.00’ya doğru Selanik’ten ayrıldık. Önümüzde uzun bir yol vardı. Kavala’da öğle-akşam yemeği yenecekti. Saat 18.00’e doğru Kavala’ya vardık. Sehri otoban yolun ayrımında yüksekçe bir yerden seyrettikten sonra aşağıya deniz boyuna indik. Deniz boyunda bir balık lokantasında yemekler yenildi. Ardından Kavala Kalesi ve Mehmet Ali Paşa heykelinin bulunduğu mekan gezildi. Yunanlılar Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı kendi köşkünün bulunduğu yere yakın bir kemanda at üzerinde güzel bir heykelle canlandırmışlar. Mehmet Ali Paşa kılıcını çekmiş bir vaziyette, dehşetli bir bakış atarken at üzerinde heykelleştirilmiş. Kavala’dan akşamın alacakaranlığı çökerken ayrıldık. 175 kilometrelik bir yolculuktan sonra gece 23.00’de Dedeağaç’a vardık. Dedeağaç’a yağmur yağmış, caddeler ıslak bir vaziyette idi. İpsala’nın hemen karşısında yer alan bir sayfiye şehri olan Dedeağaç, modern yapıları ile kendini gösteriyor. Dedeağaç’ta fazla konaklamadan sınıra hareket edildi. Gümrük kapısına gelindiğinde saat 24.00 civarıydı. Yunanlılar bu gümrük kapısında da yapacaklarını yaptılar. Yaklaşık bir saatlik oyalamanın ardından sınırı geçip İpsala’ya ulaştık. İpsala’dan Tekirdağ Yeniçiftlik’e kadar durmadan devam eden yolculuktan sonra kısa bir mola verdik. İstanbul’a vardığımızda saat 03.30 olmuştu. Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından İstanbul girişinden itibaren katılımcılar evlerine bırakılarak minibüsümüz Anadolu yakasına geçti. Adalar Belediyesi’nin akademisyen başkanı Dr. Farsakoğlu’nun katkıları ile Türk ve Makedon akademisyenlerce gerçekleştirilen bilimsel etkinlik ve kültür gezisi son derece yararlı olmuştur. Karşılıklı bilgi alışverişinin yanında bizler Makedonya coğrafyasında asırlar önce inşa ettiğimiz kültürel eserlerimizi yakından görme fırsatı bulduk. Vardar vadisi boyunca kurulmuş olan Makedonya’dan güzel izlenimlerle ayrıldık. Makedonya’da yaşayan Türklerle yakından ilgilenen Araştırmacı-Yazar Mustafa Bereketli’nin Türkçe’mizin ve Türk kültürünün bu coğrafyadaki etkinliğinin devam etmesi ve artırılması yolundaki gayretleri bizleri gururlandırdı. Vardar vadisi, Türklerin Balkanlara açılan önemli kapılarından birisi. Vardar vadisinin devamı Kosova’ya, oradan da Bosna’ya uzanıyor. Balkanlarda Türklerin etkin bir rol üstlenmesini istemeyenler çok. Ama ataların mirası kültürel yadigarlarımız ve en önemlisi de o coğrafyada kendi kaderleriyle baş başa bıraktığımız soydaşlarımızı hatırdan uzak tutmamalıyız. Onlar bize, gittiğimiz her yerde, karşılaştığımız her mekanda candan davrandılar ve hep şunu söylediler: “Allah, Türkiyemize zeval vermesin! Türkiye’mız güçlü olursa bizler burada var olmaya devam ederiz!”

Mustafa Bey’in davetiyle katıldığım sempozyum sayesinde Makedonya’yı ikinci ziyaret etme fırsatı buldum. Ben bizim zaviyemizden, bizim gözlüğümüzle bakmaya, her şeyi bizim penceremizden görmeye çalıştım. Üsküp’teki Taşköprü benim eserimdi. Manastır’da atalarımdan Gazi Bâlî Beyin yaptırdığı eserler harap olsa da hâlâ ayakta duruyordu. Uzaklardaki köyler Anadolumuzdaki köylerimizi andırıyordu. Yolda karşılaştığımız Türkler, bizim coğrafyamızdan oralara gidip yurt tutan akıncı beylerinin torunları olan evlâd-ı fatihan nesliydi. Velhasıl, sınırlarımızın ötesinde olsa da bizim kültürümüzden, geleneğimizden, düşüncemizden dahası bizim soyumuzdan insanların yaşadığı bir başka vatandı Makedonya coğrafyası.

 

 



[1] Halk arasındaki bir anlatıma göre burada yer alan kiliseden dolayı Türkler tarafından Manastır olarak adlandırılan bu beldeye kimi rivayetlere göre de “Tanrının evi anlamına gelen Beytullah” adının bozulmuş şekli olarak Bitola dendiği hikaye edilmektedir. (Y.N)

[2] Evliya Çelebi’ye göre Manastır’da XVII. Asrın ortalarında yirmi mahalle, 3000 ev, 900 dükkan, 70 cami ve mescit bulunuyordu. Bk., İslam Ansiklopedisi, Manastır Maddesi, c. VII, s. 24.

[3] Takvim-i Vekayi nr: 284, 8 Nisan 1845 / 27 Mart 1261 / 30 Rebiü’l-evvel 1261 Salı.

[4] 1845 yılında Maçka’da Dersaadet Mekteb-i İdadi-yi Askerîsi (1872 tarihinde bugünkü Kuleli kışlasına taşınarak Kuleli Askerî İdadisi adını almıştır), 1846 yılında Bursa Işıklar ve Saraybosna Askerî İdadileri, 1847 yılında Edirne ve Manastır Askerî İdadileri, 1848 yılında Şam Askerî İdadisi, 1872’de Erzurum, 1875’de Bağdat Askerî İdadisi eğitim öğretime başlamıştır. Bk., Semih Yalçın-Ali Güler, Atatürk, Hayatı, Düşünceleri ve Kişiliği, c.I, Berikan Yay., Ankara 2000, s. 76.

[5] Kemal Zeki Gençosman-Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk Ansiklopedisi Türkiye Cumhuriyeti Siyasî Tarihi, c.I., s., 55.

[6] Aneta Şiyakova, ”Çocukluğumda, Türkiye’nin Manastır Fahri Konsolosu Mithat Cemal evimize gelir ve sürekli Atatürk ile Eleni’nin arasındaki aşkı anlatırdı. Ben de hep bunu kâğıda dökmek isterdim” dedi. Şiyakova, gerekli desteği bulduktan sonra da bu romantik öyküyü filmleştirdiklerini belirtti. Atatürk’ün bir kadın için en güzel hediyenin beyaz çiçekler olduğunu çok iyi bildiğini söyleyen Şiyakova, ”Öylesine büyük bir savaşçı, sevdiği kadının karşısında nazik, yumuşak ve romantik olmayı da çok iyi biliyordu. Ancak Eleni’nin babası gizli aşk yerlerini bulduğunda aradaki romantizm de sona erdi” dedi. Bk., Cumhuriyet Gazetesi, 11 Eylül 2005.

[7] Ali Güler, Sarı Paşa, İnsan Atatürk, s. 93-94.

[8] Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 18. Ayrıca bk., Kemal Zeki Gençosman-Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk Ansiklopedisi Türkiye Cumhuriyeti Siyasî Tarihi, c.I., s., 39. Ali Güler, Sarı Paşa, İnsan Atatürk, Ankara 2007, s. 90.

[9] Cemil Sönmez, Atatürk’ün Yetişmesi ve Öğretmenleri, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankar 2004, s. 80-115.

[10] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, c. I, s. 72-73.

[11] S. Turhan, Atatürk’te Konular Ansiklopedisi, Yapı Kredi Bankası Yay., İstanbul 1993, s. 529; ayrıca bk., Semih Yalçın-Ali Güler, Atatürk, Hayatı, Düşünceleri ve Kişiliği, c. I, s. 95.

    En az 10 karakter gerekli
    Tüm Yorumlar (1)
    • Naziye Nuket Karpat

      Ben Manastir’da Yasayip olen Eczaci doktor Zekeriya Bey ile esi Naziye Sultanin tek oglu Adil Beyin iki kizindan biriyim. Yasamim 16 yasinda babasini kaybetmis babamin Babaannemi alip Istanbula gelisi ve babaannemin toprak hasretiyle cok genc yasta yasama veda edisiyle oldukca yanliz kalmis babamin el konulan evinin ve bahcesinin hasretini dinleyerek hicbir ise yaramayan tapularina bakarak Tito’nun yersiz vaadleri ve oyalamalarini dinleyerek gecti. ” …Manastir’in kizlari hepside secme…”

      Yanıtla
      +0
      -0


    HIZLI YORUM YAP