Tarihte toprak ve nüfus örtüşmesinin tam anlamıyla gerçekleşmediği ve bu açıdan millet olmamın eksikliğini yaşayan halkların varlığı ortadadır. Bir milletin unsuru olup, toprak değiştirmek zorunda kalan kitleler de konunun başka bir boyutudur.
Dr. Yüksel YILDIRIM
Milleti oluşturan unsurlar arasında başta yer alan ortak dil, kültür, tarih ve ideal birliğinin yanı sıra toprak parçası ve insan unsuru önemlidir. Millet, aynı dili konuşmalı, ortak bir kültürden ve tarihten gelmeli ve ortak idealleri paylaşmalıdır. Ancak burada konumuzu ilgilendiren kısım toprak ve insan unsurudur. Daha da önemlisi bu iki unsurun birbiri ile örtüşmesi, başka deyişle o toprağın insanının o toprakta yaşamasıdır. Tarihte toprak ve nüfus örtüşmesinin tam anlamıyla gerçekleşmediği ve bu açıdan millet olmamın eksikliğini yaşayan halkların varlığı ortadadır. Bir milletin unsuru olup, toprak değiştirmek zorunda kalan kitleler de konunun başka bir boyutudur. Yazımızın konusunu meselenin bu boyutu oluşturacaktır. Bu açıdan adına “Büyük Mübadele” de denilen 1923–1927 Nüfus Mübadelesi konusuna değinmek istiyoruz.
LOZAN ANTLAŞMASI’NA EKLENEN SÖZLEŞME
Bilindiği üzere Lozan Antlaşması’na sonradan eklenen bir sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan hükümetlerince kendi topraklarında yaşayan Rum ve Türk unsurların karşı ülkeye zorunlu göçe tabi tutulması kararlaştırılmıştır. Mübadelede düşünülen ana amaç Rumları Yunanistan’da Türkleri de Türkiye’de toplamaktır. Böylece kendi içinde homojen iki ülke yaratılacaktır. Fransız İhtilali sonrası süreçte filizlenen milliyetçilik akımı ve ardından ulus devletlerin ortaya çıkması, 20. yüzyılın başında Büyük Savaş sonrasında yeniden şekillenen dünya egemenlik ilişkileri Lozan’a da bu konunun eklenmesine neden olmuştur. Yeni Cumhuriyet, Türk kimliğine dayandırılarak kurulmak istenince sınır dışındaki Türk unsurlar içeri çekilmek istenmiş, içeride kalan Türk olmayan “Osmanlı vatandaşları” ise sınır dışına itilmiştir. Ancak mübadelede amaç ulus devletin demografik inşası olmasına rağmen temel ölçüt din sayıldığı için trajikomik sayılacak belli sonuçlar da ortaya çıkmıştır. Türkiye’den Yunanistan’a gerçekte Türk, ancak Ortodoks aileler gönderilmiş (bir Yunan devlet adamının soyadının Karamanlis olduğunu hatırlayalım), diğer taraftan da Anadolu’ya Müslüman olan ancak Türk olmayan topluluklardan aileler göç ettirilmiştir. Sonuç itibari ile birkaç yıl içinde 1 milyon 200 bin kişi Anadolu’ya, 500 bin kişi ise Yunanistan’a göç ettirilmiştir. Yaşananlar bir zorunlu göç, kelimenin gerçek anlamıyla devlet eliyle yapılmış bir tür sürgündür. Sonuçları itibari ile tam bir trajedi söz konusudur. Yüz binlerce kişi, yüzyıllardır yaşadığı topraklardan kendilerine sorulmadan, yani zorla göç ettirilmiş, ne geldikleri topraklarda huzur bulabilmişler, ne de geri dönebilmişlerdir. Göçün yaşattığı trajedileri anlatan çok sayıda çalışma mevcuttur.*
BATI TRAKYA SORUNU
Kaldı ki, Büyük Mübadele de tam anlamıyla becerilebilmiş değildir. Anlaşmada yer alan maddelerde Batı Trakya’daki Türkler ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlar mübadele dışı tutulmuşlardır. Bu iki istisna günümüzde hala devam eden “Batı Trakya Sorunu”nu ve 6-7 Eylül Olayları ayıbını ortaya çıkaracaktır. Madem böyle bir karar alınmış, neden istisnalar konulmuştur? Mesele yalnızca Anadolu’daki Rumları mı temizlemektir? Mesele nüfus sorununu bir şekilde çözmek midir, yoksa yeni sorunlar mı yaratılmak istenmektedir? Mübadelenin bir başka boyutu yeni devletin kurulduğu temelle ilişkilidir. Bu noktada Osmanlı’da iskân siyasetinden bahsetmek yerinde olacaktır. Osmanlı’nın bir bölgeye kendi damgasını vurması üç şekilde ya da üç aşamada gerçekleşmektedir: Fetih, iskân ve imar. Savaş yolu ile fethedilen topraklar cami, medrese, darüşşifa, kervansaray, han, çeşme ve imarethane gibi Türk-İslam eserleri ile donatılmakta, bunun yanı sıra Türk aileler fethedilen topraklara yerleştirilmektedir. İskân siyasetinde temel amaç fetihlerin kalıcılığını sağlamak, bölgede kendinden bir nüfus barındırarak orayı gerçek anlamda Osmanlı toprağı haline getirmektir. İmar siyaseti ile de bu durum pekişecek, bölge halkının ihtiyaçları giderilerek gayrimüslim yerli halkın da devlete bağlılığı artacaktır. Bu anlamda Osmanlı’yı gerçek anlamda bir imparatorluk yapan uygulamalar bu üç sacayağı üzerine kuruludur denilebilir.
OSMANLI’DAKİ İSKÂN ÇALIŞMALARI
İskân siyaseti bu anlamda önemlidir. Osmanlı’daki iskân çalışmaları iki işlevi birden görmüştür. Hem, belirttiğimiz gibi bölgede Müslüman-Türk unsurlar bulundurup, bir yandan kontrol, denetim mekanizması kurmak ve nüfus dengesi kurmak, diğer yandan da imparatorluk şemsiyesi altında çeşitli halkları aynı bölgede ve birlikte yaşatarak birlikte yaşam kültürünü geliştirmek. Gerçekten de bu siyaset oldukça başarılıdır ve Balkanlardaki Osmanlı egemenliğinin oldukça uzun süreli olmasının da önemli sebeplerinden biri olacaktır. 19. yüzyılda “milliyetçilik belası” ortaya çıkana kadar da halklar bir arada yaşama kültürünü özümsemiş olarak tek çatı altında yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Osmanlı deneyinden de görülebilir ki, bir bölgedeki varlığın ve egemenlik iddiasının temelinde o bölgedeki nüfus yoğunluğu yatmaktadır. Egemenlik ya da hak iddiasında bulunduğunuz, savunmaya, kontrol etmeye çalıştığınız bir bölgedeki iddianız, orada yaşayan size ait, sizden unsurlarla doğru orantılıdır ve toplumlararası alanda o bölge üzerinde bir anlamda bölgedeki nüfusunuz kadar söz sahibi olursunuz. Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs üzerindeki hak iddiaları, bizim Hatay’daki ısrarımız, Rusya’nın Türkiye’deki Ortodoksların koruyuculuğunu üstlenme, başka deyişle içişlerimize karışma girişimleri, gene bizim Bosna’da, Kosova’da, Musul ve Kerkük’te söz sahibi olma çabalarımız, Karabağ’daki garantörlüğümüz bu bölgelerdeki nüfus yoğunluğundan ileri gelmektedir. Bunu başka devletler de bildiği için egemenlik iddiasının önüne geçmek amacıyla bölge nüfuslarını tasfiye etmeye girişmişlerdir. Büyük Balkan sürgününü bu açıdan da değerlendirmek gerekir. Bosna ve Kıbrıs katliamlarının, Kırım’dan Sibirya’ya, Girit’ten Anadolu’ya sürgünlerin anlamı budur. Ayrıca bugün Kerkük’ün artık bir Türkmen şehri olup olmadığı soru konusudur.
KOCA BİR YANLIŞ
Bu çerçeve içine Büyük Mübadele’yi yerleştirdiğimizde, bugünün perspektifinden bakılan koca bir yanlış görülmektedir. Büyük Mübadele, ulus devlet ideolojisi içinde biçimlenen Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik nüfus politikasının sonucudur. Ancak bu politika ulus devlet çerçevesine sıkışmış, gelecek öngörüsü, beklentisi ve planlaması olmayan bir siyasetin ürünüdür. Yeni Cumhuriyet’in tercihi ile ilişkili bu durum aynı zamanda Osmanlı mirasının reddi anlamı taşımaktadır. 600 yıllık bir imparatorluk mirasının ardından kabuğuna çekilen Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan kalan borçları hariç neredeyse her şeyi reddettiği için, bu mirasın görüntülerinden biri olan nüfus siyasetini de reddetmiş, bu unsuru da çekildiği kabuğuna toplamak istemiştir. Balkanlardan adım adım, santim santim, yüzyıllar boyunca ancak çekilen Osmanlı orada gene de kendinden unsurlar bırakmış, ancak yeni kurulan ulus devlet bu unsurları bir çırpıda, kendi eliyle çekip almıştır. Gün gelip, bu mirasa yeniden sahiplenecek pozisyon alındığında Büyük Mübadele olayı kendi ayağımıza sıkılan bir kurşun gibidir. Oysaki Balkanlar’daki her Müslüman-Türk aile, o bölgede, bölge için ve tarihsel mirası sahiplenmek adına söyleyeceğimiz artı bir sözdür. Mübadele olayı ile devlet Balkanlar’da söyleyebileceği çok sayıda kelimeyi birer birer yutmuştur.
BALKAN YEMEKLERİ
2 gün önceHABERLER
5 gün önceHABERLER
10 gün önceBALKAN YEMEKLERİ
18 gün önceHABERLER
27 gün önce