Tarihle ilgilenen veya Avrupa’nın yakın tarihinden biraz olsun haberi olan hemen herkes bilir ki Avrupa kıtasındaki çatışmalar ve sebepleri ortadan kalktıktan sonra Avrupa medeniyeti kendisini ve insanını, barış ve refah içerisinde yaşatma konusunda epey yol almıştır. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti, A.E.T ile yaptığı önceki anlaşmaların ardını takip etmeksizin, 12 Eylül 1980 darbesiyle kaybettiği birliğe girme fırsatını, 1987 yılında rahmetli Turgut Özal’ın tam üyelik başvurusu ile yeniden kazanmaya çalışmıştır. Bu tercihin siyasi ve ideolojik boyutlarını bir kenara bırakacak olursak, aslında ülkemizin ekonomik istikrar ve mali refaha kavuşma konusunda ortaya koyduğu iradesinin o güne kadar atılmış en somut adımıdır. Ancak her ne olursa olsun bugün biliyoruz ki AB’yi bu kadar çekici kılan ekonomik kalkınmışlık ve teknolojik gelişmişliğin ana kaynağını Avrupa kıtasında 1945 yılından beri süre gelen tam bir barış ve savaşsızlık halidir. Çok bilinen bir gerçektir ki zenginlik ve mali refah ancak toplumsal barış ve siyasi istikrarın egemen olduğu ülke ve bölgelerde gerçekleşebilen insanlık idealleridir. Bu sebeple, Türkiye Cumhuriyeti’nin son yıllarda ortaya koyduğu ekonomik, sosyal ve siyasi kalkınmanın devamlılığı için, kendi içinde ve yer aldığı bölgesinde istikrara dikkat etmesi, istikrarın devamlılığına katkı sağlaması, istikrara yönelecek tehditleri algılaması ve bertaraf etmeye çabalaması, kalkınmayı ve refahı hedef edinmiş her ülke için olduğu gibi, ülkemiz için de muhakkak ki en doğal ve gerçekçi seçenektir. Bundandır ki sürdürülebilir kalkınmanın bekası için, mimarisi Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’na izafe edilen “Komşuları ile sıfır sorun politikası” hizmet ettiği amacın gerçekleştirilmesinde hiç kuşku yok ki doğru bir seçenektir. Her politikanın varmak istediği hedefe muhalefet eden diğer politikalarında olacağı göz önüne alındığında, sıfır sorun politikasının gerçekleşmesi, bu politikanın mimarlarınca da öngörüldüğü gibi dert üstü, murat üstü bir biçimde olmayacaktır.
ENGELLERİ ORTADAN KALDIRMAK
Kısaca diyebiliriz ki Türkiye, sadece kendi komşularıyla problemlerini ortadan kaldırma konusunda değil, komşularının ve bölgesinde olan ülkelerinde birbirleriyle ve Türkiye’nin askeri, siyasi ve ekonomik ittifak kurduğu müttefikleriyle olan sorunları da, hem kendi hem de bölge insanın kalkınması ve asrın medeniyeti seviyesinin üzerine çıkmasının önünde engel olarak görmektedir. Burada önemli olan, Türkiye’nin bu engelleri ortadan kaldırmak için öngördüğü bedellerin ne olduğundan daha çok, meydana gelebilecek sürpriz gelişmelerde ne kadar ileri gideceğidir. Şu kadar var ki Türkiye bölgesinde (Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar – Orta Asya – Kuzey Afrika – Karadeniz çevre ülkeleri) amacını hedef edinmiş ikinci ve hatta üçüncü bir ülkeyi bulabilirse amacına daha da kararlı bir şekilde yürüyecektir. Birçoklarının zannının aksine Türkiye, yeni Osmanlıcı politikalara yönelmemiştir. Aksine bugün ülkenin iç ve dış politikalarına yön verenler, tekâmül kaidesinin geriye doğru çalışmayacağı ilkesini en iyi bilenlerdendir. Ancak yine de belirledikleri hedefe yürürken, Türkiye cumhuriyetinin tek ve biricik varisi olduğu Osmanlı İmparatorluğunun nüfuz alanıyla birlikte siyasi ve kültürel miraslarından sonuna kadar faydalanacağı olması gerekli en doğal gerçekliktir. Bu sebeple Türkiye Cumhuriyeti’nin son dönemde terörizm ile girdiği kararlı ve sıcak mücadelenin yanında, örgütü içte ve dışta tüm alanlarda etkisizleştirme hareketi, Mavi Marmara baskınıyla patlak veren ve ilişkilerin en düşük seviye de seyretmesine kadar varan İsrail ve onun bölgedeki politikalarına müdahaleleri, Kuzey Irak bölgesel Kürt yönetimiyle olan ilişkilerinde, bölge sorunlarına karşı ittifak arayışları, Irak ile ülkenin kuzeyi de dâhil birçok konuda ortak politika oluşturma çabaları, Arap baharına olan tesiri ve bu hareketteki etkin rolü, Kuzey Afrika ve özellikle Afrika’nın kapısı niteliğindeki Libya’daki süreçte, başından sonuna kadar izlediği tutumu ve Libya ile yeni başlangıçları ela alması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin İsrail ve yandaşları ile doğu Akdeniz’de ekonomik alanla ilgili karalarını hiçe sayan müdahaleleri, balkanlarda özellikle Bosna-Hersek ve Sırbistan arasındaki sorunlara barışçıl yaklaşımı, Kosova ve Makedonya’nın tanıması ile birlikte kalkınması içinde harcadığı çaba, Filistin’e BM’de verdiği destek ve son olarak Suriye yönetimi ile geldiği nokta, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok girift olmakla birlikte bütünsel bir politika takip ettiği görüntüsü vermektedir. İşte bu bütünlüğün adı YURTTA SULH CİHANDA SULHTUR. Çünkü sulhun insan yaşantısına olan en büyük etkisi kalkınma ve medeniyetin her alanında gelişmedir. Ülkemiz insanı çok büyük bir başlangıca tanıklık ettiğinin sorumluğu ile hareket etmeli ve ülkesine hizmetini ona göre yapmalıdır.
HABERLER
1 gün önceHABERLER
1 gün önceKÖŞE YAZARLARI
5 gün önceKÖŞE YAZARLARI
10 gün önceKÖŞE YAZARLARI
16 gün önce