DOLAR 32,2363 0.16%
EURO 34,9606 -0.03%
ALTIN 2.411,45-0,53
BITCOIN 21943070.4518%
İzmir
34°

AÇIK

SABAHA KALAN SÜRE

Ulusal Egemenliğin Simgesi TBMM 103 Yaşında

Ulusal Egemenliğin Simgesi TBMM 103 Yaşında
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Fırat Köse

Tarihler 23 Nisan 1920’yi gösterdiğinde Ankara’da coşku, endişe, umut, fedakarlık duygularını aynı anda paylaşan kalabalıklar bir araya gelerek İttihat Terakki Kulübü’nün Millet Meclisi’ne dönüştürülen salonunda Büyük Millet Meclisi açtı. Sıralar bile etraftaki okullardan getirilmişti.

Peki neydi amaçları? Ne amaçla 103 yıl önce bugün bir araya geldi bu kalabalıklar? Bir ateşkes antlaşması gölgesinde her yandan,her alanda özgürlüğü kısıtlandığı için; varlığı hiçe sayıldığı için; yaşama hakkı elinden alındığı için; yüzlerce yıllık yurdu yangın yerine çevirildiği için… Daha çok sebep sayılır ancak kelimeler yetmez bu sebepleri saymaya.

1876 yılında Meşrutiyet’in ilanı sonrası seçimler yapılmış, halk kendi meclisinde kendi geleceğine o zamanlar sınırlı da olsa karar verme hakkının gururunu yaşamıştı. O günden 23 Nisan 1920 tarihine kadar geçen süre içerisinde sayısız sorun, anlaşmazlık, savaş, kaos yaşamış ve milletimiz bu sefer kalan son gücüyle seçimini yapıp Millet Meclisi’ni açmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1930 yılında dile getirdiği gibi: “Memleketin alın yazısında biricik yetki ve kudret sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük kefildir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin önlemlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelmiş olacaktır.” sözü yaşanan tüm sorunların çözümünü ortaya koymaya yeterde artar bile…

Kurtuluş Savaşı sırasında sayısız iç ve dış sorun içerisinde milletimiz en doğru kararı vermeyi bildi ve sonunda gazi olmanın da gururu ile birlikte ülkemizi küllerinden yeniden doğurdu.

Halkın, halk tarafından, halk için idaresi olan ulusal egemenlik anlamının içini işte bu meclis tarafından doldurmuştur.

Yurdun her köşesinden gönderilen mukaddes temsilcileri sayesinde içinde bulunduğu zor şartları atlatmasını bilen milletimiz dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” düsturunu tüm dünyaya bir gurur nişanesi olarak göstermeyi bilecektir.

Bu günün anlam ve gururu içerisinde olmak biliyoruz ki bizlere ve gelecek nesillere en büyük mutluluk kaynağı olarak yeterlidir. 23 Nisan 1920 tarihinden günümüze kadar milletimiz için hizmet vermiş ve verecek herkese şükran duymayı bir borç bilirim. Başta büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere her birine ayrı ayrı şükranlarımı sunarım…

Dünya Parlamentoları Tarihinde Bir İlk

Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan 1920’de açılan Meclise 24 Nisan 1920’de Başkan seçildi ve bu görevi, Cumhuriyetin ilanıyla cumhurbaşkanı seçildiği 29 Ekim 1923’e kadar sürdürdü. Dünya parlamentoları tarihi açısından TBMM Başkanlığı ve savaşta fiili Başkomutanlık görevlerini aynı anda ve olağanüstü yetkiyle üstlenen ilk başkan oldu.

Devamını Oku

TRABLUSGARP (LİBYA) SAVAŞI VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

TRABLUSGARP (LİBYA) SAVAŞI VE MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Fırat Köse

1911-1912 Osmanlı-İtalyan Savaşı olarak bilinen Trablusgarp (Libya) Savaşı son dönem Osmanlı tarihi açısından önemli bir konuma sahiptir. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının bu savaşlardaki faaliyetleri Türk Kurtuluş Savaşının provası niteliğinde olup aynı zamanda Türk kurmay zekası ve başarılarının göstergesi kabul edilmektedir. Bu savaş sırasında yaşanan olaylar üzülerek söylüyorum ki tarihimizde yeterince bilinmeyen sayısız fedakarlık, gayret, kahramanlık ve idealistlik örneklerimizden yalnızca biridir. Bu savaş sırasında İtalya tarafından kullanılan psikolojik savaş taktikleri, uçaklar ve balonların başarılı işler gerçekleştirmeleri bu yöntemlerin önemini iyice ortaya koymuştur. Uçakların planlı olarak kullanıldıkları savaş bu savaştır denilebilir. Bununla birlikte İtalya, bu savaşta birçok alanda başarısızlık da yaşamıştır. İtalyan zafiyeti bu konuda o derecedir ki, Trablusgarp ve Bingazi’deki Türkler, çoğu zaman karşılarındaki İtalyan kuvvetlerinin neler yapmayı planladığını İtalyan basınından öğreniyordu.

 

 

1911-1912 OSMANLI-İTALYAN SAVAŞI, TRABLUSGARP (LİBYA) SAVAŞI

 

28 Eylül 1911 İtalyan Hükümeti’nin Osmanlı Devleti’ne savaş ilanı notası vermesi ile başlayan süreç, 29 Eylül 1911 tarihinde İtalya Devleti’nin Osmanlı Devleti’ne savaş ilanı ve 30 Eylül 1911 tarihinde fiilen başlayan savaş 15 Ekim 1912 tarihinde imzalanan Ouchy (Uşi) Barış Antlaşması ile sona ermiştir. Antlaşma sonucu Osmanlı Devleti Afrika kıtasında son toprak parçasını kaybetmiştir.

 

 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK SAVAŞTA NE YAPTI?

 

Mustafa Kemal Atatürk, büyük komutanlık düzeyine yükselirken, erden mareşala kadar her kademenin özelliklerini, görevini ve sorumluluklarını bilerek, uygulayarak ve uygulattırarak gelmiştir. O, insan ve silahı tanıyor, biliyor ve göreve hazırladıktan sonra uygulamayı yönetiyordu.

 

“Muharebeyi insan yapar.”

 

” Bir ordunun değeri, subay ve komuta heyetinin değeriyle ölçülür.”

 

” Komutan yaratıcı gücü olan kimsedir.”

 

Söylemiş olduğu bu özdeyişler, duygusallık ürünü değildir. Bunlar, insan doğan, insanı tanıyan, insandaki gücü bilen, insan topluluğunun değerlendirmesini hakkıyla yapabilen bir kimsenin sözleridir. İşte, bir avuç insanı binlerin ve ateş yağmurunun karşısında başarıya götürme gösteren Mustafa Kemal, orduların başkomutanı iken de, tek erin ve en küçük birliğin ne olduğunu, nasıl görev yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bunları kanıtlayacak belgelere eğilmek, zaten bu konuda hayali bilgi sahibi olan okuyuculara bir ölçüde daha faydalı olacaktır. Evet, Kolağası (Osmanlı ordusunda yüzbaşı ile binbaşı arasında yer alan rütbe) rütbesindeki Mustafa Kemal, Trablusgarp’a geçer geçmez hiç vakit kaybetmeksizin sorumluluğu üstlendi. Tobruk ve özellikle Derne muharebelerinde emir ve komutaya el attı. Mevcut kuvvetler, bir taraftan düşmanla çarpışırken, diğer taraftan, her geçen gün biraz daha, savaş tekniğini öğrenmeye ve üstün niteliğe sahip olmaya devam etti.

 

Bu çalışmaları, Çankaya daki Atatürk Arşivi’nde bulunan Emr-i Yevmi (Günlük Emir) defterindeki bu notlar her rütbedeki komutanlara yardımcı olacak niteliktedir.

 

22 Mayıs 1912 tarihinden 5-6 Ağustos 1912 tarihine kadar, Derne Komutanı Günlük Emir Defteri (Harekât ve İdari Faaliyetleri) notlarından şu noktalar çıkarılmıştır:

 

Bu tarihte Derne Komutanlığı Ayn Mansur’da bulunmaktadır. Kayıtlarda Ayn Mansur Karargahı olarak geçmektedir. 9-10 Mayıs 1912’de 11 Nolu Günlük Emir’den başlamaktadır:

 

Mustafa Kemal, Derne komutanı olarak bulunmaktadır ve emirlerini bu sıfatla vermektedir. Kendisinin geniş kapsamlı bir faaliyet içerisinde bulunduğu, gerçekten teşkilatçı ve yürütücü olduğu verdiği emirlerden anlaşılmaktadır. En ufak bir aksamaya müsaade etmemekte, her şeyi yakından izlemekte, gerekirse önemli yerde bizzat bulunmaktadır. Özellikle, kesin sonuç alınacak yerlerde ve o kesimdeki kuvvetin komutanının yanında hatta erlerin ve mücahitlerin arasında yer almaktadır. Keşif ve emniyet hizmetlerine büyük değer vermektedir, hassasiyet göstermektedir, ihmali asla hoşgörü ile karşılamamaktadır. Bir görev verildiğinde en küçük müfrezeye kadar herkes ayrıntılı olarak ne yapacağını bilmektedir. Unutulmuş veya ihmal edilmiş bir yer veya birlik olmadığı gibi, görev zamanları da kesindir ve kimin kime görev devredeceği bilinmektedir.

 

İleri karakola memur subay, ileri karakol ve keşif kolları kuvvetleriyle beraber hareket eder, her defasında keşif kollarına gerekli talimatı vererek ileri gönderirdi. İleri karakol tertiplerini bizzat aldırırdı.

 

Sabit postaya, haberleşme amacıyla keşif kollarıyla aynı zamanda yer aldırırdı.

 

Şifahi olarak verilen bilgileri bir madde olarak keşif kolları raporuna mutlaka kaydettirirdi.

 

Bütün bunlar arasında, bölgenin en önemli ihtiyaç maddesi su işi üzerinde titizlikle durmakta, piyade bölük komutanlarını bu vazife ile görevli kılmaktan idi. O kadar ki, erlerin su mataralarına kadar dikkat etmekteydi. Su mataraları, daima dolu ve ileri karakolların bulunduğu yerlerde durmaktaydı.

 

Özellikle, ileri karakol posta nöbetçilerinin, geceleri, Garp (Batı) Vadisi’ndeki mağaralara giderek yatmalarını önlemeyi, kısa bir deyimle, nöbet görevlerini yapmalarındaki ihmallerinin olmamasını yakından izliyordu.

 

Bu arada, 12 Numaralı Günlük Emir’de topçular üzerinde durduğu görülür. Topçu komutanlarına verdiği emirlerde, topçunun ateş muharebesi hakkında, her sınıf subayın anlayabileceği tarzda eğitim yapılmasını, gerekirse yazılı notlar da verilmesini istemektedir. Komutanlara, konferanslar da verdirmektedir.

 

Kısaca denilebilir ki, bir taraftan muharebe edilmekte, diğer taraftan da eğitime önemle eğilmektedir.

 

Bütün bunlar olurken, Mustafa Kemal, emrindekilerin yemek yedikleri yerler dahil olmak üzere, astlarının yemekleriyle de ayrıntılarına kadar ilgilenmekteydi. O kadar ki, peçetelerin durumuna, kaşık vesairenin temizliğine kadar verdiği emirleri kontrol etmekteydi. Bir günlük emrinde, garsonluk yapacaklara kadar değindiği görülmektedir.

 

Yalnız bulunulan an değil geleceği de gözden uzak tutmamakta, bütün ömrü boyunca büyük önem verdiği tarihe hizmeti de o kadar yoğun çarpışmalar ve can pazarında bulunulduğunda da düşünebilmektedir. Türk kahramanlığının tarihe mal olması, gerçeklerin tarih yapraklarına eksiksiz yansıması düşüncesiyle bütün olayları günü gününe saptatmakta, kayıt ve belgelere sahip çıkmaktadır. Güzel bir örneği de Anıtkabir’den ATASE (Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt) Başkanlığına intikal eden Mustafa Kemal Atatürk’e ait dökümanlardan birisi olan günlük olayları gün gün, saat saat içeren defterdir. Gösterdiği başarılar yerli ve yabancı olmak üzere her kesimden takdir almıştır.

 

YABANCI YAZARLARIN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DERNE BAŞARISI YORUMLARI

 

Yazar Georges Remond’ un ifadelerinde: “… Derne önünde mevzi almış olan Araplar, pekiyi askeri vasıflar göstermişler ve İtalyanlar, karşısında ciddi, disiplinli, teşkilatlı bir düşmana ve biraz farklı olmakla beraber, bir Avrupa ordusuna benzeyen bir kuvvete rastlamışlardı…” demektedir.

 

Fransız yazar İ. Revol, İtalyan kaynaklarına dayanarak yazdığı kitabında, Derne Muharebelerini anlattıktan sonra, şu satırlarla bitirmektedir: (… Derne etrafındaki harekât, İtalyanlar için, umumi heyeti itibariyle bütün seferin en az parlak hareketleri meyanında sayılacaktır. Sonuç mutlak bir şekilde felaketli ve zararlı oldu. En çok zayiata, en önemli ıstıraplara Derne yüzünden düşüldü… ) demektedir.

 

 

Trablusgarp topraklarını anavatanın ayrılmaz bir parçası bilerek, bu savaşa fedakarca koşan kahramanların ve bir avuç Türk kuvvetinin, bir yılı aşkın süre gösterdikleri görev bilinci, yaptıkları kahramanlıklar, tarih sayfalarındaki onurlu yerini sonsuza dek koruyacaktır. Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) tarafından hazırlanan “1911-1912 Osmanlı-İtalyan Harbi ve Kolağası Mustafa Kemal” kitabı meraklılar ve araştırmacılara konu ile ilgili detaylı bilgi için faydalı olacaktır.

 

Devamını Oku

Eğitimde Sistemi Oluşturma Çabası: Osmanlı Örneği

Eğitimde Sistemi Oluşturma Çabası: Osmanlı Örneği
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Fırat Köse

Tarih denildikçe daima ve ilk önce akla siyasi tarih gelmektedir ve bu konu genellikle krallar, padişahlar ve kahramanlarla sınırlanmıştır. Bu nedenle de insanın diğer önemli yada önemsiz etkinlikleri göz ardı edilmektedir. Eğitim Tarihi alanı da bu göz ardı edilen konulardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı döneminin eğitim uygulamaları ve yaklaşımı konusu her ne kadar büyük ve kapsamlı bir konu olsa da yeterince inceleme, araştırma ve konuya yöntemsel yaklaşım pek yeterli olmamıştır.

 

Tarih boyunca devamlı bir öğrenim süreci içerisinde olan insanoğlu her dönem eğitim-öğrenim kapsamında doğrudan, dolaylı katılım gerçekleştirmiştir. Tarih dönemlerinde farklı yaklaşım ile bu konuya dahil olan toplumlar, ülkeler, medeniyetler günümüzde var olan ve kullanılan tüm bilgilere insanlığın, toplumların erişmesini ve öğrenim sürecini şekillendiren uygulamaları-yaklaşımları geliştirme konusunu olumlu katkıları ile destek olmuştur.

 

 

Dünya Tarihine katkıları olan devletlerden biri olan Osmanlı Devletinin eğitim uygulamaları konusuna değinecek olursak; ” Tanzimat öncesinin Osmanlı öğretim kurumlarında incelenen, geliştirilen ve öğretilen bilimlerin batı anlayışından farklı bir sistematik dizin oluşturduklarını vurgulamak gerekir. İslam-Osmanlı sisteminde tüm ilimlerin bağlı oldukları sap, Batı’da olduğu gibi ‘Felsefe’ değil, Kur’an ve ondan kaynaklanan ‘Şeriat’ (emirler-kurallar) denilen hukuk bilimidir.

 

Osmanlı’da Öğrenim İki ye Ayrılır:

 

1- Yaygın Öğretim

2- Düzenli Öğretim dir.

 

1- Yaygın Öğretim:

 

a) Sıbyan Mektepleri

b) Cami Mektepleri

c) Tekke Eğitimi

d) Lonca Eğitimi

e) Kalem Öğretimi

 

 

2- Düzenli Öğretim:

 

a) Medreseler

b) Hazırlık Sarayları

c) Enderun Mektebi

d) Huzur ve Tefsir Dersleri

 

Osmanlı bu eğitim-öğretim sistemiyle en genç bireyden en yaşlı bireyine kadar bilgili ve bilinçli, hem dini hem de toplumsal açıdan tam bir İslam-Osmanlı Medeniyeti oluşturmayı amaçlamıştır. Dört Halife Döneminden Osmanlı dönemine kadar olan kültürel, eğitim konuları çalışma ve yaklaşımları klasik bir Eğitim yapısı halini almıştır.

 

İlk dönemlerde başarılı olan bu eğitim sistem ve yaklaşımı zamanla yeni eğitim uygulamaları, yaklaşımları, dallarını ve bilimleri içine alıp gelişmek yerine kendi içine kapanarak klasik ve modernleşmeye kapalı bir sistem haline gelmiştir. Bunun nedeni birçok devlet adamı ve araştırmacı tarafindan merak edilmiş ve incelenmiştir. Ancak soruna köklü ve temelli bir çözüm bulunamamıştır.

 

Genel anlamda bakıldığında tüm sorunlara bakış şekli eğitim ve bilim konusundaki yaklaşım ile aynı olmuştur. Yani mükemmel ve sorunsuz bir sistemimiz olduğu yönünde bir genel yargı, bakış açısı her alanda gelişmelerin gerisinde kalmamıza sebep olmuştur. Bunun yanında medreselerdeki müderris (öğretmen) görevlendirme kurallarının bozulması da bu bozulma sebepleri arasında sayılmalıdır.

 

Askerî anlamda eğitim düzenlemeleri her dönemde olsa da tüm halkın faydalanması noktasında bir eğitim hamlesi olarak ilk pozitif hamle İlköğretimin 1824 yılında Sultan II. Mahmut (1808–1839) tarafından zorunlu hale getirilmesidir.

 

Tanzimat Fermanı (1839) ve sonrasında gerçekleşen eğitim uygulamaları da bu defa tamamen Avrupa eksenli olmuş, kültürel ve işlevsel anlamda teoride ve pratikte soruna köklü ve etkili bir çözüm getirememiştir.

 

Bunun sebebi bir eğitim sistemi ve uygulamasının etkili, işlevsel ve gelişimsel olmasının en temel koşulu olan çağa ayak uydurmak ve kaliteli bir sistem oluşturarak gelişim sürekliliğini sağlamak oluğundan dolayıdır. Eğitim uygulama ve yaklaşımları ilk olarak topluma odaklı olmalıdır, bu gözardı edildiğinden tam anlamda bir verim alınması gerçekleşememiştir.

 

Sultan Abdülmecit (1839–1861) Döneminde yayınlanan Islahat Fermanı (1856) ile beraber gayrimüslim vatandaşlarında kendi eğitim kurumlarını açabilme hakkına sahip olmaları ile beraber birden fazla alanda eğitim uygulamalarına sahip okullar devlet-özel şeklinde faaliyetlere başlamıştır. Bu da eğitimde çeşitlilik anlamında toplumun ihtiyaçlarına kısmen de olsa çözüm olmuştur diyebiliriz. Ancak bu kez de açılan okullardan gayrimüslim vatandaşların okullarının eğitim uygulamaları ve idaresine devletin müdahale edememesi toplum odaklı eğitim anlayışına cevap vermemiştir. Devlet-Özel Okullarda eğitim hakkına sahip olan gayrimüslim vatandaşların hemen hemen hepsi kendi Azınlık Okullarında eğitim almış ve bir ayrım, ayrılık yaşanmıştır. Okulların eğitim uygulamalarına müdahale eden gruplar, ülkeler de bu ayrım durumunu daha da arttırarak kendi siyasi hedefleri için kullanmışlardır.

 

 

İttihat ve Terakki Dönemine (1908 – 1918) gelindiğinde eğitim-öğretim çalışmaları ve yaklaşımları üzerine ciddi tartışmalar ve yaklaşımlar olmuştur. Yaşanan açık, çözüm amaçlı yapılan tüm faaliyetleri yetersiz bırakmıştır.

 

Tüm bu çalışmalar devletin ve toplumumuzun bu uzun süreç içerisinde yaşadığı sorunlardan dolayı tam anlamıyla çözüm getiremese de yapılan gayretler hafife alınamaz düzeyde ve önemlidir. Kuruluş döneminden son döneme kadar yaşanan tüm faaliyetler ve yaşanan çeşitli alanlardaki sorunlar bile günümüzde yapılan, yapılacak uygulama ve yaklaşımları geliştirirken göz önüne alınması ile faydalı bir bakış sağlayabilecektir. Erol Özbilgen’ in “Bütün Yönleriyle Osmanlı” kitabı meraklılar ve araştırmacılara konu ile ilgili detaylı bilgi için faydalı olacaktır.

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku

İslam Medeniyetinde Bilginin Önemi

İslam Medeniyetinde Bilginin Önemi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Fırat Köse

Din ile Bilim arasında sınır çizme çabası, ilk dini / felsefi faaliyetlere, özellikle Yunan düşüncesi ve sonrasına dek izlenebilir. Klasik Çağ Müslümanlarının da benzeri bir sorunla karşılaşmış olduklarını görmekteyiz. Yunan Bilimi ve Felsefesinin mirası karşısında Müslümanlar, bilime belli bir yorum getirip onu Din (ed-din) kapsamındaki yeni bilgi hiyerarşisine yerleştirmeye çalışmışlardı. Bu çaba en açık ifadesini ‘’akli ilimler- nakli ilimler’’ ayrımında bulmaktaydı. Nakli İlimler (el-‘ulumu’n-nakliyye) İslam Vahyinin ışığında geliştirilmiş ‘geleneksel’ ilimler iken, Akli İlimler (el-ulumu’l-‘akliyye) dinin kaynaklarından türetilmeyen lakin genel olarak prensiplerini oradan devşiren ama gözlem, tefekkür, deney, araştırma vb. tekniklerle elde edilen bilgileri bünyesinde barıdırırdı.

Tarih denildikçe daima ve ilk önce akla siyasi tarih gelmektedir ve bu konu genellikle krallar, padişahlar ve kahramanlarla sınırlanmıştır. Bu nedenle de insanın diğer önemli yada önemsiz etkinlikleri göz ardı edilmektedir. İslam Medeniyeti, başlangıcından günümüze kadar olan zaman dilimi içerisinde bilhassa bilgi alanında ilerleme kat etmiştir. İslam Medeniyetinin yükselişi; ilerleme, öğrenme, uyum sağlama ve gelişim yeteneği sayesinde gerçekleşmiştir.

Geleneksel Ulema, bilgi sorununa anlamlı ve işlevsel bir tasnif ışığında bilim ile dinin teorik sınırlarını belirlemeye çalışmıştı. Bu daha çok yatay, yani alan’a göre yapılmış bir tasnifti. Müslümanlar bir de dikey, yani hiyerarşik bir bilgi tasnifi yapmışlardır. Alt düzeyden somut bilgilerle başlayan bu hiyerarşinin basamakları, daha soyut ve kapsamlı ama edinilmesi aynı zamanda kişinin varlığını dönüştürmesine bağlı olan metafizik bilgiye doğru yükselmekteydi. Gerçek bilgi, metodik çabalarla elde edilen, adeta zihni zorlayarak, kamçılayarak ‘tutsak alınan’ türden bir şey değildir. Gerçek anlamda bilgi (ki bu düzeyde ‘hikmet’ ile eşanlamlıdır) bilgi konusu ile bilgiye sahip olan kişinin birleşmesini, onunla yek vücud olmasını gerekli kılar. Bu birlik, zannedildiği gibi öznenin bilgi konusuna abanmasıyla elde edilmez. İnsanın bu gerçek bilgiye ulaşmak için yapacağı tek şey, kabını boşaltması, yani nefsini arındırmasıdır.

İslam Medenietini kuranlar, İslam medeniyetinin ana taşlarını oluşturan mütefekkirler; ‘’İlim yani bilgi, akıl, erdem, gelişme düşüncesi, devlet olgusu, insan ve toplum ihtiyaçları’’ sacayakları üzerinde İslam medeniyetini yükseltmişlerdir. İslam Medeniyetinin doğuş evresi hakkında Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun şu sözlerinden alıntı yapacak olursak: ‘’ Her çocuğun idrak geliştirmesinde ilk fark ettiği şeylerden biri mekan algılamasıdır. Nerede durduğu, bulunduğuyla ilgili… İkincisi de zaman algılamasıdır.’’ (Fatih Bayan – Dip Dalga Davutoğlu)

Bunun yanında mütefekkirlerimiz medeniyetimizin idrak geliştirme aşamasında kendi kendilerine çok önemli bir soru sormuşlardır ki bu soruyu yüzyıllar sonra ‘’Denemeler’’in yazarı Montaigne kendine sormuştur: Fransız deneme yazarı Michel de Montaigne otuz sekizinci yaş günü olan 28 Şubat 1571’de, hayatında kökten bir değişime gitme kararı aldı. Toplumsal hayattan elini eteğini çekti, büyük malikanesinin arkasındaki kuleye bin kitaplık bir kütüphane kurdu ve yaşamının geri kalanını onu en çok ilgilendiren karmaşık, uçucu ve çok yönlü konu hakkında denemeler yazarak geçirdi. Bu konu kendisi idi. Vardığı sonuç, insanın kendini bilme arayışının abesle iştigalden öte bir şey olmadığıydı; çünkü sürekli değişim geçiren öz benlik, tanmın önüne geçmeye mahkumdu. Ama bu, onu yine de aramaktan alıkoymadı. Sorduğu soru ise yüzyıllar boyunca kulaklarda çınladı: Que sais-je ? (Ne Biliyorum?) Bu, o zamanlarda olduğu kadar, günümüzde de iyi bir sorudur. İçsel evrenle ilgili gözlemlerimiz, kendimizi bilmek konusunda varmış olduğumuz o ilk yalın ve sezgisel görüşlerden kurtarır bizi. Görürüz ki kendimizi tanımak, içeriden olduğu kadar dışarıdan da çalışmayı gerektirir.

Montaigne’nin ‘’Ne Biliyorum?’’ sorusunu aslında İslam Medeniyetinin kuruluşu sırasında İslam Mütefekkirleri kendilerine sormuşlardır. İlk Abbasi yönetiminin hükümran olduğu 8.yüzyılın ikinci yarısında belirgin bir İslam Uygarlığı biçimlenmeye başladı. Müslümanların yaptığı ilk iş, kendinden önce insanlığın bildiği her şeyi öğrenmek oldu; Yunanlıların, İranlıların ve Çinlilerin kitaplarını topladılar. 50 yıllık bu ilk safhanın ardında, kadim kültür ve medeniyetlerin gözlemlerini düzeltip yeni bilim alanlarının oluşturulduğu bin yıllık döneme girildi. Bu önemli süreçte Müslümanlar, kendilerinin diğer kültürlerce tamamen özümlenmelerine yol açacak iki büyük tuzaktan uzak durdular. İlk olarak, İslami ilkelerin çizdiği yoldan çıkmadılar. Olgular üzerinde yoğunlaşıp varsayımlara pek önem vermediler; tıp, matematik, astronomi ve coğrafyaya ilişkin eserleri topladılar, buna karşılık büyü ve mitolojiyi bir yana bıraktılar. İkinci olarak, Müslümanlar evrensel dil olarak Arapçada ısrar ettiler. O zamana kadar gelmiş geçmiş tüm bilgileri Arapçaya çevirdiler ve dünyadaki bütün halklar arasında güçlü, etkili ve geçerli bir bilimsel iletişim aracı olarak bu dili geliştirdiler. Bu dönemde İslam Dünyasının tüm büyük şehirlerinde fışkıran Üniversiteler ve araştırma laboratuarları Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayıldı.

Kur’an’daki ‘ilm kavramı (ki genellikle ‘bilgi’ olarak çevrilir) aslen İslam medeniyetinin ana çehresini çizmiş ve o medeniyete rehberlik etmişti. O zaman (şimdi de böyle olmalı) ‘ilm, İslami düşünce ve bilgilenmenin üslubunu biçimlendirmiş, hakikatin Müslümanlarca en iyi bir şekilde nasıl algılanabileceğini ve mükemmel bir toplumun nasıl oluşturulup geliştirilebileceğini tanımlamıştır. ‘ilm, İslam’a dinamik ve diri bir biçim vermek suretiyle Müslüman toplumun çevresiyle bütünleşmesini sağlayan bir tutkal vazifesi görmüştür. ‘’Bilgi, sonu gelmeyecek olan bir fetihtir’’ der Cemil Meriç. Bilgiye bu güne kadar atfedilen tüm kelimeler onun var oluşsal açıdan yararları ve yöntemleri üzerinedir. Bir yerde dönüşüm, eğer insanı, toplumu var ediyorsa bir parçası olunmalıdır. Bu bakımdan da İslam medeniyetinde dönüşüm bilgi sayesinde medeniyeti var ettiğinden ve gelişimini sağladığından bilginin bir parçası İslam medeniyetidir de diyebiliriz. Eric Hoffer: ‘’ İslamiyet doğduğu zaman, örgütlendirici ve modernleştirici bir ortam meydana getirmiştir.’’ der .

Buradan da ne istediğini bilen, hedefini belirlemiş bir ilerleme arzusu anlaşılıyor.

Bir kitle hareketinin en güçlü çekiciliği kişilerde geleceğe bağlı umut yaratmasıdır. Bu çekicilik, özellikle gelişme düşüncesiyle dolu olan bir toplumda daha etkindir. Bu umut verme gücü sonucu mütefekkirlerimiz bilgi’nin önemini kavramış ve medeniyetimizin kuruluş aşamasını gerçekleştirmişlerdir. Gideceği yönü bilen, ihtiyacı olan şeyleri ve bulunduğu konumu iyi analiz eden bu mütefekkirlerimiz tarihin en köklü en gelişmiş medeniyetlerinden birinin meydana gelmesini sağlamışlardır. Buradan bir genel bakış yapacak olursak; İslam Uygarlığının biçimlenmeye başlaması, idrak gelişiminde yaşananlar, gelişim ve ilerlemenin sürekliliği esasının mütefekkirlerimizce anlaşılması, bilgi’nin öneminin kavranması, edinilen bilgilerin sistematik bir biçimde toplanarak birleştirilmesi ve sürekli ilerlemenin var oluşsal açıdan öneminin anlaşılması yoluyla medeniyetimiz kuruluş aşamasını tamamlamış ve günümüze kadar gelmiştir.

Akıl ve Erdem çerçevesinde öğrenilen bilgi her zaman insana ve insanlığa yararlı olduğundan toplumların, ülkelerin, cemiyetlerin, medeniyetlerin ihtiyacı olan kavramların başında gelir.

Konuyla ile ilgili olarak: (Mustafa Armağan ‘’İslam ve Bilim Tartışmaları”), (Hüseyin Gazi Topdemir -Yavuz Unat, ‘’Bilim Tarihi’’) eserleri meraklılar ve araştırmacılara detaylı bilgi için faydalı olacaktır.

Devamını Oku

Türk Tarihi Araştırmalarında Osmanlı Tarih Kurumu ve Türk Tarih Kurumu

Türk Tarihi Araştırmalarında Osmanlı Tarih Kurumu ve Türk Tarih Kurumu
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Fırat Köse

İnsanlık tarihi boyunca toplumlar, yazının icadından itibaren birçok alanda olduğu gibi tarih yazıcılığı ve arşivcilik konusunda da çeşitli faaliyetler içerisinde olmuştur. Bu faaliyetler içerisinde tarih araştırma ve kayıt işlemleri çok önemli bir bilim dalı olarak incelenmesi gereken şekil ve içerik yöntemlerini beraberinde getirmektedir. Sümerlerden itibaren yazının icadı sonrası toplumda önemli kabul edilen olaylar, durumlar, kayıt altına alınmış ve bu durum zamanla yayılarak diğer toplumlara da örnek olarak gelişmiştir. Milletlerin, toplumların tarihi belgeleri onların zihin ve beyinleridir bu yüzden de tarih boyunca bize ulaşan her kaynak gereken yol ve yöntemler çerçevesinde incelenmeli ve insanlığa sunulmalıdır.

Türk tarihi alanında konumuz olan Kurumsal tarih yazıcılığı ve arşivcilik, özellikle Selçuklu ve Osmanlı Döneminde kendi içerisinde gelişip çeşitlenerek Cumhuriyet dönemine mirasını bırakmıştır.

Osmanlı Tarihçiliği

Osmanlı tarihçiliği XV. yüzyıl ortalarında başladı. İlk eserler menakıbnâme (velilerin, tarikat büyüklerinin ve şeyhlerin kerametlerini konu alan eserlere verilen addır.), destan ve gazânâme (Türk edebiyatında ordunun akınlarını, savaşlarını, kahramanlıklarını ve zaferlerini, düz yazı ya da şiir biçiminde anlatan edebî tür.) türündedir. Daha sonra Tevârîh-i l-i Osman adı altında ilk standart eserler ortaya konuldu. XVI. yüzyılda biyografi ve bibliyografi türlerinin ilk örnekleri kaleme alındı; yarı resmî saray tarihçiliği olan şehnâmenüvisliğin (edebi ağırlıklı saray tarihçiliği) güzel örnekleri verildi. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yeni tarih türleri ortaya çıktı ve resmî tarih yazıcılığı olan vakanüvislik (saray tarihçiliği) kurumu oluşturuldu. XIX ve XX. yüzyıllarda daha da çeşitlenen tarih kaynaklarına yeni türler eklendi.

Telif gibi tercüme faaliyetlerinin de yoğunlaştığı Sultan II. Murad döneminde, kültürel bir uyanış olduğu bir gerçek. Sultan I. Selim (Yavuz) ve ardından Sultan I. Süleyman’ın (Kanuni) uzun dönemleri daha çok gazânâme türü eserlerin yazıldığı dönemler oldu. XVI. yüzyılın standart tarihleri yüzyılın sonlarında ortaya konuldu. Bu yüzyıl aynı zamanda tarih edebiyatının çeşitlendiği bir yüzyıldır. Çünkü ilk standart biyografik eserler olan tabakat ve tezkireler ile bibliyografya bu dönemde yazıldı. Askerî ve siyasi sorunlara paralel olarak siyasetname ve nasihatnameler de bu yüzyılda ortaya çıkmıştı. XVII. yüzyılda genel nitelikte dünya ve Osmanlı tarihleri yanında vakayiname türü eserlerin arttığı göze çarpar. Biyografik, bibliyografik, ansiklopedik ve siyasetname türü eser sayısında da artış görülür. XVIII. yüzyıl başında Divan-ı Hümayun’a bağlı olarak şehnamenüvisliğin yerini vakanüvislik alır; böylece resmî tarih yazıcılığı başlar ve imparatorluğun sonuna kadar devam eder. Fakat özel ve amatör tarihçiler yine eserler kaleme almaya devam ederek resmî vekayinâmelerin boşluklarını doldururlar. XVIII. yüzyılda meslek gruplarına göre biyografik eserlerin de ortaya konulduğu görülür ve bunların bazıları yapılan eklemeler ile imparatorluğun sonuna kadar getirilir. İdari ve askeri anlamda önemli değişimlerin yaşandığı XIX ve XX. yüzyıllarda tarih yazıcılığında da yenilikler görülür. Geleneksel tarih türleri yanında Osmanlı Devleti’nin kurumlarını de kapsayan sentezci tarihçiliğin güzel örnekleri verilir. Bazı tarihçiler Batı kaynaklarından yararlanarak ciddi sentezler ortaya koyarken, Batıdan tarih tercümeleri de yapılır. Yine bu yüzyıllarda biyografik, ansiklopedik ve nümismatik eserler yanında, ilk defa salnameler (resmi yıllık) de yayınlanmaya başlanmış, ilk tarih dergileri XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yayınlanır.

Osmanlı Tarihi Encümeni

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan kurumlardan Türk Tarih Kurumu (TTK), Türk tarihi alanında önemli çalışmalar içerisinde oldu. Sanıldığı ve bilindiği gibi modern, sistematik tarih araştırma ve kayıt işlemleri Türk Tarih Kurumu ile değil Osmanlı döneminde kurulmuş olan Târîh-i Osmânî Encümeni adındaki kuruluş ile başlamıştı. II. Meşrutiyet döneminde (1908) yeni siyasal anlayışa uygun biçimde halka millî bilinç aşılanması, vatan sevgisi kazandırılması amacıyla oluşturulmuş bu kurum önce “kapsamlı” bir Osmanlı tarihinin kaleme alınması için Târîh-i Osmânî Heyeti adıyla, ardından Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın teklifi ve Sultan V. Mehmed Reşad’ın iradesiyle 27 Kasım 1909 tarihinde Târîh-i Osmânî Encümeni adıyla resmen kuruldu. Encümenin amacı, teşkilâtı, görevleri ve üyeleri Necip sım (Yazıksız) tarafından hazırlanan tüzükte belirtildi. Burada bilimsel ölçülere uygun bir Osmanlı tarihinin hâlâ yazılamadığı, vak‘anüvis tarihleriyle diğer özel tarihlerin birer salnâme şeklinde bulunduğu, mevcut tarihlerin subjektif bir nitelik taşıdığı ifade edilmişti. Ayrıca halka tarih bilgisi ve şuuru ile vatan sevgisi kazandırma amacı da belirtilmişti. İmparatorluğu meydana getiren unsurları aynı amaç etrafında ve aynı vatan sevgisiyle bir araya getirebilmek için tarih öğrenmenin gerekliliği üzerinde durulmuş, bundan dolayı bilimsel bir kuruma ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir.

İlk çalışmalarına Vak‘anüvis Abdurrahman Şeref Bey’in Bâbıâli’deki odasında başlayan encümen, bir Osmanlı tarihi yazma hazırlıklarına başladı, baskı masrafları bizzat Sultan V. Mehmed Reşad tarafından karşılanacak olan tarih için iş bölümü yapılarak ilk ciltte Osmanlıların Anadolu’ya gelişi ve devletin ortaya çıkışının ele alınması, ayrıca Bizanslılar ile Selçuklular hakkında bilgi verilmesi kararlaştırıldı.

Bir encümen kütüphanesi kurularak çeşitli yollarla elde edilen kitap ve belgelerle zenginleştirilmesi hedeflendi. Padişahın özel hazinesinden yıllık 10.000 kuruşluk ödeneği bulunan encümenin diğer gelir kaynakları kitap satışından gelecek ücretler ve yapılacak bağışlardan ibaretti. Târîh-i Osmânî Encümeni’nin ilk başkanı Vak‘anüvis Abdurrahman Şeref Bey oldu, Osmanlı döneminde sadrazamlığa bağlı olan encümen Cumhuriyet döneminde Türk Tarih Encümeni adını aldı. Önce Maarif Vekâleti’ne (Eğitim Bakanlığı), daha sonra Telif ve Tercüme Heyeti Hars Müdürlüğü’ne, ardından yüksek tedrisata bağlandı.

Encümenin faaliyetleri;

Osmanlı tarihi telifi, monografi çalışmaları ve mecmua neşri gibi başlıklardı. Encümen ayrıca yurt içinde ve yurt dışında yoğun bir kaynak toplama çalışmasına girişti; halkın elinde bulunan ferman, berat, vakfiye vb. belgelerin sûretleriyle tarihî yerlerin fotoğrafları istendi.

Yazılacak Osmanlı tarihinin planı Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmuası’nın 14 Ağustos 1913 tarihli 21. sayısında ekleme şeklinde yayımlandı; okuyuculardan gelecek değerlendirmelerin dikkate alınacağı belirtildi. I. Kosova Savaşına kadar (1389) gelmesi tasarlanan ilk cildin bu planı başta Yusuf Akçura ve M. Fuad Köprülü olmak üzere çeşitli kişilerce tepkiyle karşılandı. Yusuf Akçura Türk Yurdu’nda çıkan “Küçük Muhtıra” adlı yazısında Osmanlı tarihinin genel Türk tarihinin bir parçası olarak ele alınmadığını söyleyip henüz hânedan tarihçiliğinden kopulamadığı, sosyal ve ekonomik tarihin söz konusu edilmediği, yalnız siyasî, askerî, idarî olaylara yer verileceğinin kararlaştırıldığı yolunda eleştiriler öne sürdü. Köprülü ise eserin çağdaş yayım kurallarına uyulmadan kaleme alınacağını, Osmanlı tarihçiliğinin henüz vak‘anüvislik geleneğinden kurtulamadığını, encümen üyelerinden bazılarının hiç metot bilmediğini yazdı.

Türk Tarih Kurumu

Türk Tarih Kurumu, ülkemizde bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleriyle kurulan kurumların başında gelmekte. Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türkler hakkındaki olumsuz iddialara ve “barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle olmadığının, dünya tarihinde en eski çağlardan beri gerçek yerinin ne olduğunun ve medeniyete ne gibi hizmetlerinin bulunduğunun araştırılması gerektiğine inanmaktaydı.

Bu sebeple, 28 Nisan 1930 tarihinde, Atatürk’ün de bizzat katıldığı Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’nın son oturumunda, O’nun direktifleriyle, fet İnan tarafından 40 imzalı bir önerge sunulmuş ve “Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tedkik etmek için hususî ve daimî bir heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu heyetin azasını seçmek selahiyetinin merkez heyetine bırakılmasını teklif ederiz” denilmişti. Kurultay’da yapılan görüşme sonucunda Türk Ocakları Kanunu’na, 84. madde olarak “Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini bilimsel anlamda araştırma göreviyle Türk Tarih heyeti teşkil eder.” şeklinde bir madde eklenmişti. Bu karar çerçevesinde 16 üyeden oluşan bir “Türk Tarihi Tedkik Heyeti” oluşturulmuş, heyet ilk toplantısını 4 Haziran 1930 tarihinde yapmış, Yönetim Kurulu ve diğer üyeleri seçmişti.

Yönetim Kurulu: Başkan Tevfik Bıyıklıoğlu, Başkanvekilleri Yusuf Akçura ve Samih Rıfat, Genel Sekreter Dr. Reşit Galip ‘den oluştu.

Üyeleri: fet İnan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Hâmid Zübeyir Koşay, Halil Edhem, Ragıb Hulûsi, Reşid Safvet Atabinen, Zâkir Kadîrî, Sadri Maksudi Arsal, Mesaroş (Ankara Etnografya Müzesi uzmanı), Mükrimin Halil Yinanç, Vâsıf Çınar ve Yusuf Ziya Özer’den oluştu.

Bu heyet, Türk Tarihinin Ana Hatları adıyla yaptığı ilk çalışmayı yayımlamıştı.

29 Mart 1931 tarihinde Türk Ocakları’nın VII. Kurultay’ında kapatılma kararı alınınca, bu defa 15 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti” adı ile yeniden teşkilatlandı ve 1930’daki ilkeler temel alınarak faaliyetlerine devam etti. Kurumun adı 1935 yılında “Türk Tarihi Araştırma Kurumu” olarak değiştirildi, daha sonra “Türk Tarih Kurumu”na çevrildi. Kurum bu dönem içerisinde dört ciltlik lise tarih kitaplarını hazırlamış ve bu kitaplar Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) yayını olarak basılmıştı. Türk Tarih Kurumu’nun bastığı ilk kitap, Birinci Türk Tarih Kongresi: Konferanslar, Müzakere Zabıtları adlı bildiri metinleri kitabıdır (1932). Fakat bu kitabın üstünde de TTK değil Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) kaydı vardır. Pîrî Reis Haritası Hakkında İzahname (1935) adlı eserin üzerinde ise “Türk Tarihi Araştırma Kurumu Yayınlarından: No: 1” yazmaktadır.

Bunlara ek olarak 1937 yılından itibaren adını bizzat Atatürk’ün koyduğu, “BELLETEN” yayın hayatına başlamıştır.

Atatürk, hayatının son dönemlerine kadar Kurumun çalışmalarıyla yakından ilgilendi, birçok defa çalışma planını kendisi belirledi ve birçok toplantıya bizzat katıldı. O’nun bu Kurum’a ve tarihe verdiği önem, 5 Eylül 1938’de düzenlediği vasiyetnâme ile İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirinin yarısını Türk Tarih Kurumu’na bağışlamasından anlaşılmaktadır. Atatürk’ten sonra gelen bütün Cumhurbaşkanları da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu başkanları olmuştur.

Türk Tarih Kurumu, bilimsel araştırma ve yayınları yanı sıra, ilki 2-11 Temmuz 1932 tarihlerinde toplanan ve belli aralıklarla günümüze kadar XVII.’sini gerçekleştirdiği uluslararası nitelikte “Türk Tarih Kongreleri” yapmaktadır. 20-25 Eylül 1937 yılında Dolmabahçe’de yapılan II. Kongre, uluslararası nitelik kazanmış, yabancı bilim adamları da bu kongreye katılmışlardır. Bu Kongre, Türk tarihinin açıklanması ve belgelenmesi amacıyla toplanmıştır. Kongre dolayısıyla, tarih öncesinden Cumhuriyet dönemine dek yurdumuzda ve Ortadoğu’da gelişen büyük uygarlıkları, maketler, resimler ve grafiklerle canlandıran bir sergi düzenlenmiş ve bu sergi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatına kadar Dolmabahçe’de kalmıştır.

Tarih araştırmalarında bahsi geçen Osmanlı Tarih Kurumu ve Türk Tarih Kurumu tarihimizde çok önemli bir konumdadır. Araştırmacılığın sistemli bir hale gelmesi, yönetimler tarafından özenle desteklenmesi ve zamanın yeniliklerini uyumla kullanmak bu iki kurumun hedefi olmuş, bu da beraberinde Tarih araştırmalarında hazırlanan önemli eserleri ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyeti dönemi üzerine aldığı mirasın önemini ve ağırlığını her döneminde kavramış ve üzerine düşen görevi günümüze kadar devam ettirmiştir. Abdülkadir Özcan hocamızın “Osmanlı Tarihçiliğine ve Tarih Kaynaklarına Genel Bir Bakış” makalesi ve “Osmanlı’da Tarih Yazımı ve Kaynak Türleri” eseri meraklılar ve araştırmacılara konu ile ilgili detaylı bilgi için faydalı olacaktır.

Devamını Oku