DOLAR 33,0327 0.08%
EURO 35,9806 -0.09%
ALTIN 2.579,410,39
BITCOIN 0%
İzmir
33°

PARÇALI AZ BULUTLU

SABAHA KALAN SÜRE

Kendine Güven, Güçlü Ol!

Kendine Güven, Güçlü Ol!
3

BEĞENDİM

ABONE OL

Öz farkındalık, iç dünyanızın, düşüncelerinizin, duygularınızın ve inançlarınızın anlaşılması ve tanınmasıdır. Tüm duygularınızın, düşüncelerinizin ve inançlarınızın farkında olmak, gerçekte kim olduğunuzu anlamak anlamına gelir. Bu kişisel gelişiminiz için çok önemlidir. Üstelik kim olduğunuzu genç yaşta anlamak, kurduğumuz hayatların daha mutlu ve daha tatmin edici olmasını sağlar. Kendine güvenen insanlar güçlü ve zayıf yönlerini bilirler. Bunun yanı sıra bu kişiler düşüncelerini, duygularını ve motivasyonlarını arzuladıkları sonuçları üretmek için yönetebilirler. Bir kişinin öz farkındalığı ne kadar yüksekse, düşüncelerini ve inançlarını olumlu yönde değiştirme olasılığı o kadar yüksektir. Çünkü insanlar duygu ve düşüncelerinin kendilerini nereye yönlendirdiğini anlayabilir ve duruma müdahale edebilirler.

Öz farkındalık, kişiliğiniz ve kişilik deneyiminizdir. Ancak öz farkındalık ve farkındalık genel olarak karıştırılır. Bu açıdan farkındalık, kişinin çevresinin, bedeninin ve yaşam tarzının farkındalığıdır ve öz farkındalık, bu farkındalığın farkındalığıdır. Onun kim olduğunu belirleyen onun özelliklerinin, yeteneklerinin ve niteliklerinin algılanmasıdır. Bu açıdan öz farkındalık, iç gözlem yoluyla kendini net ve nesnel olarak görme yeteneğidir.

Sağlıklı öz farkındalık, insana birçok alanda fayda sağlar. İş dünyasından sosyal hayata, kişisel hedeflerden sosyal hedeflere kadar kişi kendini ve kim olduğunu fark ederek başarıya ulaşabilir. Özellikle liderlerin en büyük özelliklerinden biri, güçlü ve zayıf yönlerini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmesidir. Kendinizi ve ekibinizi bu şekilde değerlendirmek kendinize güvenmenize yardımcı olur. Liderler, öğretmenler, eğitimciler, danışmanlar ve sağlık sektöründeki kişiler gibi sosyal sektörde çalışan kişilerin yüksek öz farkındalıkları, onları mesleki başarıya götürürken aynı zamanda hizmetlerinde fark yaratır.

Öz farkındalık, duygularınızı, yeteneklerinizi ve tercihlerinizi tanımanıza olanak tanır. Ayrıca düşüncelerinizin davranışınızı nasıl etkilediğini ve davranışınızın başkalarını nasıl etkilediğini de anlayabilirsiniz. Basitçe söylemek gerekirse; öz farkındalık, duygularınızın çevrenizdeki insanları etkileyen belirli davranışları nasıl üretebileceğini anlamak anlamına gelir. Duyguları ve tepkileri tanıyıp öğrendiğinizde, olumsuz olduğunu düşündüğünüz her şey üzerinde çalışabilir ve iyileştirmeye başlayabilirsiniz.

Toplumsal Farkındalık

Toplumsal farkındalık diğer insanlara nasıl göründüğünüzün bilincinde olmanızdır. Bu bilinç nedeniyle sosyal normlara bağlı kalmak ve diğer insanlar tarafından ‘sosyal’ olarak nitelendirilmek istemeniz olasıdır.

Bu tür farkındalığın faydaları olsa da benlik bilinci ile karıştırmamakta fayda var. Benlik bilinci çok fazla olan insanlar dış görünüşüne ve davranışlarına aşırı derecede duyarlı olurlar ve başkalarının kendileri hakkında ne düşündüğü konusunda gereksiz endişeler duyabilirler. Bu durumda da öz bilinçten uzak davranışlar sergileyebilirler.

Öz Farkındalık

İçsel öz farkındalık kişinin iç dünyasının ve içsel durumunun bilincinde olarak bunu yansıtabilmesidir. İçsel benlik bilincine sahip olan bireyler içe dönüktür ve içeride neler olup bittiğini anlamak ister, kendi duygu ve tepkilerine merakla yaklaşır.

Bunu basit bir örnekle açıklayalım. Önemli bir toplantınız var ve çok gergin olduğunuzu fark ettiniz. Bu noktada fiziksel tepkilerinizin farkına varmak ve bu endişenizin toplantıyla olan ilişkisini çözümlemek içsel öz farkındalık için bir örnek olacaktır.

Öz farkındalığın öz bilinç haline gelmediğinin farkında olmak oldukça önemli. Öz bilinç kaygı veya içe dönüklük noktasından kendine yüksek bir odaklanmadır. Öz bilinç çok arttığında özgünlükten yoksun bir kişilik oluşturabilirsiniz. Bu durum kendinizin bazı yönlerini gösterirken utangaç davranma eğiliminde olmanıza sebep olabilir.

Öz farkındalık, duygusal zekanın temelidir. Zaman zaman duygu ve düşünceleri gözlemleyebilme yeteneği, kim olduğumuzu daha iyi anlamak, kendinizle barışık olmak ve düşünce, duygu ve davranışların etkin yönetimi için de önemlidir. Ayrıca kendine güvenen insanlar bilinçli davranmaya, zihinsel olarak sağlıklı olmaya ve hayata olumlu bakma eğilimindedirler. Ayrıca daha derin bir yaşam deneyimine sahip olmaları muhtemeldir ve çok daha şefkatlidirler. Üstelik pek çok araştırma, öz farkındalığın başarılı liderliğin temel bir özelliği olduğunu göstermektedir. Bu yüzden özellikle liderler için öz farkındalığın önemi büyüktür.

Öz farkındalık, bilinçli bir noktada kişinin hayatında sürdürülebilir bir noktaya geldiğinde daha bilinçli ve anlayışlı bir hale gelinir. Bireyler, yaşamlarında etkili ve kalıcı değişiklikler yapabilmek için bu iç ortamı görebilmeli ve bunlara alışabilmelidir. Bir kişiyi daha olumlu, daha alıcı yapabilir ve olumlu kişisel gelişimi teşvik edebilir. Öz farkındalık, olayları başkalarının bakış açısından görmemize, özdenetim uygulamamıza, yaratıcı ve üretken bir şekilde çalışmanıza ve kendinize ve işinize genel bir güven ve gurur duymanıza olanak tanır. Daha iyi karar vermeye yol açar ve insanların işte daha iyi olmalarını, daha iyi iletişim kurmalarını ve özgüvenlerini ve işle ilgili refahı artırmalarını sağlar.

Öz farkındalık, son dönemlerde liderlik jargonunda temel unsurlardan biri olmuş durumda. Pek çok lider kendisinin farkında olduğunu söylese ve bununla övünse de insanların yalnızca küçük bir kısmı bu tanımlamaya uyuyor.

Birçok insan duygularını göstermemesi gerektiği öğütleriyle büyümüştür. Bunun üstesinden görmezden gelerek veya bastırmaya çalışarak gelmiştir. Özellikle yoğun ve hoşumuza gitmeyen duygular baş gösterdiğinde bunlarla başa çıkmak zordur. Böyle durumlarda onları ya içselleştiririz (öfke, küskünlük, depresyon) ya da onları başkalarını suçlayarak, küçümseyerek ya da zorbalık ederek dışa vururuz.

Öz farkındalık eksikliği, liderlikte önemli bir handikaptır. Araştırmalara göre kurumsal firmalardaki yöneticilerin kariyer basamaklarını tırmanırken daha özgüvenli bir görünüm elde etmelerine karşın başkalarının bakış açılarını dikkate almama eğiliminde olduğu görülmüştür.

Bir başka çalışmada ise araştırmacılar, yöneticilerin beyin aktivitesine incelediler ve liderlerin hiyerarşiden kaynaklı gücü arttıkça başkalarıyla empati kurma yeteneğinin azaldığı sonucuna varmalarını sağlayan fizyolojik kanıtlar buldular. Bu da öz farkındalığın pozisyon arttıkça daha da önemli hale geldiğini gösteriyor.

Öz farkındalık eksikliği olan liderlerin en belirgin özelliklerinden birisi de değişmeleri gerektiğini düşünmemeleri ve bunu kabul etmemeleridir. Bunun yerine diğer insanların değişmesini talep ederler.

Öz farkındalık, kişilerin birçok konuda daha iyi karar vermesine yardımcı olur. Bu sadece iş dünyası için değil, günlük yaşam için de geçerlidir. Öz farkındalık, kişinin kendisini pozitif ve negatif yönleri ile tanımasını sağladığı için hayatın her alanında performans artışı söz konusu olur. İş hayatında öz farkındalığa sahip olmayan kişilerin pek çok sorunu olur ve maalesef düşük performans ve başarısızlık sıklıkla yaşadıkları durumlar arasındadır. Üstelik bu insanlar, istemeden bile olsa takım arkadaşlarına da zarar verir. Tüm bunları özetlemek gerekirse; öz farkındalığı olan kişiler kendilerine objektif bir noktadan bakabiliyor olduklarından artı yönlerini geliştirmeye ve eksi yönlerini de azaltmaya başlayacağından direkt olarak çalıştığı ortama maksimum fayda sağlayan kişiler olmaya başlayacaklardır. Söz konusu objektiflik zaman içerisinde kişinin kendisine ve çevresine güven sağlar. Haliyle kendine güvenen insanlar işlerinde, ekiplerinde ya da iş yönetiminde daha başarılıdır. Bunun en önemli nedeni sistemli hareket etmek ve iş planını uzun vadeye yaymaktır. Kişi doğru ekip ve strateji ile kendini ve şirketi kabul ettikten sonra çalışmalarına başarıyı yansıtır.

Devamını Oku

Türkiye Neden Üretim Ekonomisine Geçmiyor

Türkiye Neden Üretim Ekonomisine Geçmiyor
1

BEĞENDİM

ABONE OL

“Türkiye üretim ekonomisine geçmeli” doğru bir tespit fakat üretim ekonomisine geçmek ne yazık ki çok zor

Türkiye’nin ekonomik düzeni ne yazık ki devamlı enflasyon üreten bir sistem; enflasyon, piyasada ürünlerden daha fazla para olmasını ifade eder, bu sorun iki şekilde çözülür ya piyasadaki fazla para piyasadan çekilir/çektirilir ya da piyasadaki fazla paranın karşılığı olacak kadar piyasaya ürün sürülür. Üretim ekonomisine geçmek ikinci yöntemdir.

Peki, Türkiye’de enflasyonun devamlı sorun olmasını engelleyecek kadar üretimin rakamsal kaşlığı nedir? yüzlerce milyar dolarlık ürün! bu kadar büyük bir meblağın üretimi için gereken yatırım nedir? en azından trilyon dolar!

Peki, biz bu trilyon dolar ile ifade edilen üretime nasıl ulaşabiliriz?

1. doğrudan yatırım: Türkiye’ye en iyi zamanında yıllık 25-30 milyar dolar doğrudan yatırım geldi, şu an ise bu oran yarı yarıya düşmüş durumda. Bizim en iyi zamanımızdaki rakamlarla bile bu sorunu doğrudan dış yatırımlar ile çözmek mümkün değil. 

2. yerli finansman: Türkiye’de tasarruf oranları %12-13(yakın zamanda değişmişse bankacı arkadaşlar bilgi versin düzelteyim.) bizden zengin ya da fakir ülkelere göre çok çok az, bu rakamlarla çok daha küçük ihtiyaçlar bile karşılanamaz, trilyon dolarlık yatırım ise sadece hayal… bizim tasarrufumuzun az olmasıyla beraber ,tasarruf alışkanlığımız yüzünden yerli sermaye ile yatırım yapma ihtimali tasarruf oranımıza göre bile az çünkü yerli yatırımcı uzun vadeli tasarruf yapmıyor, aylık yatırım yapıyor, bir yatırımı finanse edebilmek için 10 yıl gibi vadeli kredilere ihtiyaç vardır. Geriye kalıyor yabancı finansman (dış borç)

3. dış borç: Türkiye’de uzun vadeli krediler ne yazık ki hep yabancı finansman (yerli banka ile olsa bile banka yabancıdan borçlanmak zorunda kalıyor) ile sağlanıyor, Türk ekonomisinin dış borç kapasitesi yıllık milli hasılanın %50’si civarında bu oranın ne zaman üzerine çıkarsak ekonomide sorunlar baş gösteriyor ve bu borçlanma kapasitesi de ne yazık ki üretim ekonomisine geçmemiz için gereken sermayeye göre çok az.

Bunlar olmayınca da enflasyon sorunu para politikası ile çözülmeye çalışıyor ama onun da önünde demografi problemi var.

Peki, bir finansman sorunu çözülse Türkiye üretim ekonomisine geçer mi? 

Hayır, mümkün değil çünkü Türkiye’nin üretmeme kadar üretememe problemi de var yani para olsa her şeyi üretebilecek kapasitemiz yok, bu da ancak eğitim ile sağlanır o konuda da iyi değiliz. Peki, eğitim sorunu da çözüldü (5-10 senelik bir süreç ve çok çetrefilli, girdi çok uzun olmasın diye ayrıntıya girmiyorum) o zaman üretim ekonomisine geçer miyiz? hayır çünkü üretim ekonomisine geçmenin birinci adımı bunu istemektir, bizim iş dünyasında “bir şeyler üretmek isteyen yok”.

İSO 500 (Türkiye’nin en büyük 500 şirketi) içinde geçen sene araştırma ve geliştirmeye harcanan para %0,5 idi (daha önceki senelere göre düşmüş) biz her şeyi bulduğumuz için arama derdimiz yok 🙂 bir de yanlış anlaşılma olmasın İSO 500 içinde araştırma ve geliştirmeye para harcayan 254 şirketin ortalama harcaması bu, 246 adet şirketimizin zaten çöpe atacak parası yok. Peki bu büyük çabanın sonucu ne? teknoloji yoğunluğuna göre üretilen katma değerin sadece %3-4’ü yüksek teknoloji, (bence fazla bile) düşük teknoloji %60 civarında.

Türkiye’deki mevcut güçlü şirketler bu kafa ile giderse üretim ekonomisine geçmek bir yana mevcut durumumuzu korumak bile bence son derece iyimser.

Şu anda Dünya’daki en büyük tekil yatırımcı, Norveç’in ulusal fonu

1990’dan beri, tam 1 trilyon dolarlık birikim yarattılar ve Dünya’daki tüm borsalarda işlem gören hisselerin %1.4’üne sahipler. Sadece 2017 yılında bu fonun getirisi 131 milyar dolardı. Norveç 5 milyonluk bir ülke, Ankara kadar hepi topu. Neredeyse hiç çalışmadan, sırf bu fonla geçinebilirler. Birleşik Arap Emirlikleri ve katar gibi ufak ülkelerin de yüz milyarlarca dolarlık fonları var.

Chavez de bunu yapabilirdi, Dünya’nın en büyük petrol rezervlerinden birine sahipti. Ama onun kurduğu fonun asıl amacı, özel sermayeyi devleştirmek ve denetimsiz biçimde devşirmekti. Petrol parasını akılcı yatırımlara değil, yandaş beslemeye ve popülist projelere kullandılar.

Örneğin 2015’te iç piyasada petrolün fiyatı, galon başına (3.78 litre) sadece 6 sentti. Bunu “halk hizmeti” sananlar şunu anlamıyor: sudan ucuza petrol satan ülke vatandaşına kötülük yapıyor demektir. Devlet bütçesinin çeyreğini bu şekilde heba ettiler. Sübvansiyonların gerçek maliyetini kavrayamayan ahmaklar için kahraman oldu Chavez.

Zaten ABD ile olan sürtüşmeden de puan kazanıyordu (en büyük ticaret ortağı ABD olmaya devam etti gerçi). Bu sayede, ülke batarken bile kötü yönetimi değil, dış güçleri suçlayan milyonlar oluştu. Tanıdık geldi mi?

Kısa süre önce tamamen petrole bağlı bir ülkenin 2020 hedefi ne biliyor musunuz? petrol dışı gelirlerini %80’e çıkarmak.

Hele Dubai iyice ilerde: petrol ve gaz GSMH’nin sadece %5’ini oluşturuyor. Bugün petrol bitse, bu herifler tık demeyecekler. Türkiye’deki muhalif kesimin pek beğenmediği Arapların kafası, Chavez ve benzerlerinden daha iyi çalışıyor…

Türkiye’nin Venezuela’dan farkı

Merkeziyetçilik, popülizm, yandaşlar, zenofobi, ideolojik parasal yönetim, kuvvetler ayrılığı, denetimsiz fonlar… hepsi tanıdık geliyordur. Mesela varlık fonu içinde bugün THY, Halkbank, ziraat, PTT, BOTAŞ, borsa, ne ararsan var. Bizdeki yeni zenginlik yaratmak için kurulmuş bir düzen değil maalesef…

Türkiye, turizmde olduğu gibi dört beş saatlik mesafede erişilebilen, 365 derecedeki bütün komşularına, Afrika ülkelerine, Avrupa Birliği’nin tamamına ve Amerika Birleşik Devletleri’ne ihracat yapma kabiliyeti yüksek bir ülke. Bu fırsat yerli yerinde değerlendirilip, kitlesel bir motivasyona dönüştüğünde, önümüzdeki yıllarda Güney Kore ve Almanya modeli bir üretim tipi karşımıza çıkmış olacaktır. Zaman zaman Çin modeli benzetmeleri yapılsa dahi, Türkiye’nin ne demokratik tutumu ne sanayi altyapısı ne de ölçeği Çin ile benzer değildir. Türkiye daha çok Japonya, Güney Kore ve Almanya modelinde bir ülke olma yolunda yürümelidir.

Aslında bir ülkede üretimin devrime dönüşmesi, teker teker başlıklar ile ilgili değil, toplumsal ruh ile ilgilidir. Türk milleti mücadele etmeyi, krizle baş etmeyi, devrim yapmayı sever. Teyakkuz, cesaret, baş etme ve devlerle yarışma, bu milletin mayasında var. Yeter ki milletin azmine rehberlik edecek bir devlet mekanizması bu işin bayraktarlığını yapsın.

Devamını Oku

Paskalya Bayramı: Ne zaman, nasıl kutlanır?

Paskalya Bayramı: Ne zaman, nasıl kutlanır?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Tüm Hristiyanlar tarafından kutlanan en önemli ve en eski bayramlardan biri olan Paskalya’da aslında iki önemli olay kutlanır. Hz. İsa’nın yeniden dirilişi (Paskalya Bayramı) ve Yahudilerin Mısır egemenliğinde köle olarak yaşamasından sonra Hz. Musa önderliğinde çıkışı.

Tüm Hristiyanlar tarafından kutlanan en önemli ve en eski bayramlardan biri olan Paskalya’da Hz. İsa’nın yeniden dirilişi (Paskalya Bayramı) kutlanıyor.

Katolik ve Ortodoks kiliselerinde tıpkı Noel Bayramı gibi farklı dönemlerde kutlansa da Paskalya, yaklaşık olarak mart ile nisan sonuna kadar olan dönemi kapsıyor.

Paskalya Bayramı için modern dünyada belirli bir tarih belirlenmeye çalışıldı. Nisan ayının ikinci pazar günü üzerinde durulsa da uygulamaya geçilmedi. Bazı kiliselerde pazar günü kutlanan Paskalya Günü, Kıyam Yortusu ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır.

Yahudilerin 500 yılı aşkın bir süre Mısır egemenliğinde köle olarak yaşamasından sonra Hz. Musa önderliğinde bu ülkeden çıkmasını temsil eden Pesah Günü (Fısıh Bayramı) var. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın Fısıh Bayramı’nın hemen öncesinde çarmıhta can verdiğine ve bittikten sonra da dirildiğine inanırlar. Bu hafta Hristiyanlar tarafından ‘Kutsal Hafta’ olarak adlandırılmış olup Paskalya ve Fısıh Bayramı peşpeşe gelir.

Yahudiler ise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği günü Pesah yani ‘Hamursuz Bayramı’ adıyla baharın ilk dolunayından sonraki 14’üncü günde kutluyor.

Süryanilerin temmuz ayında kutladıkları Meryem Ana Paskalyası adı verilen yortu da Paskalya kavramı içine girer.

İngilizce’de Easter olarak bilinen Paskalya diğer Batılı dillerde de Eastre, Ostern ya da Pasen, Paskar gibi isimlerle anılır. Türkçe’ye Rumca Pashalia sözcüğünden türeyerek girmiştir. Kelime anlamı ‘geçiş, geçmek’ demektir.

Hristiyanlar Paskalya’da hangi ibadetleri ve ritüelleri uygular?

Hz. İsa’nın milattan sonra (M.S.) 29–33 yılları arasında çarmıha gerildiği belirtilse de Paskalya bayramına dair en eski kayıtlar 2. yüzyıla aittir. Bununla birlikte Hz. İsa’nın dirilişinin anılması muhtemelen daha eski tarihlere dayanıyor.

Paskalya döneminin kutlanışı ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Kilisede yapılan ayinler dışında en yaygın kutlama şekli Hristiyanlığa inananların birbirine genellikle çikolatadan yapılan Paskalya tavşanı ve farklı renklere boyanan ve haşlanan Paskalya yumurtası hediye etmesidir. Paskalya Günü için evlerde özel çörekler (Paskalya çöreği) yapılır, mumlar yakılır ve dualar okunur.

Büyük perhiz (oruç) nedir?

Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (Büyük Perhiz veya Lent) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (Kutsal Hafta) kapsar. Paskalya Günü’nde (Diriliş Günü) sona erer. Hristiyanlar bu ‘Lent’ döneminde 40 gün boyunca hayvansal gıda tüketmezler.

II. yüzyılda yazılan Didakte kitabına göre Hz. İsa inananlarına çarşamba ve cuma günü oruç tutmalarını buyurmuştur. II. yüzyıldaki kiliselerin bu orucu Diriliş Bayramı’ndan önce (Paskalya) tuttukları bilinmektedir.

Paskalya gecesinde ayin düzenleme ve vaftiz törenleri yapmak hem Katolik hem de Ortodoks kiliselerince uygulanır. Rum ve Rus Ortodoks kiliselerinde kilise dışında bir ayin alayı düzenlenir. Alaya katılanlar kiliseden çıkarken hiç ışık yakmaz ancak Hz. İsa’nın dirilişini simgelemek için dönüşte yüzlerce mum yakılır.

Noel, St. Patrick’s Day ya da Sevgililer Günü’nün aksine Paskalya, her yıl aynı tarihte kutlanmıyor. Ancak İlkbahar ekinoksu, Ay’ın evreleri ve Gregoryen takvim hesabıyla Paskalya, Mart ayının son haftasından Nisan ayının son haftasına kadar süren bir zamanı içeriyor. Kesin tarihi, her yıl değişse de Paskalya, her zaman Pazar gününe denk gelir ve hemen öncesinde Kutsal Cuma günü kutlanır.

Polonya

Eğer Paskalya zamanı Polonya’da bulunuyorsanız, en ilginç etkinlikler sizi bekliyor olacaktır. Paskalya Pazartesi’si, Polonya’da sokaklarda yürürken dikkat etmenizde fayda var. Zira sokaklarda su dolu kovalar, balonlar ve tabancalarla size saldırmaya hazırlananlar olabilir. Eski günlerde bekar kızların erkekler tarafından kovalandığı bu gelenek, günümüzde su savaşlarına dönüşmüştür. Size önerimiz, dünyanın en güzel ülkelerinden biri olan Polonya’da Paskalya Pazartesi’si, su geçirmez giysilerinizi giyip dolaşmanız olacaktır.

Norveç

Paskekrimmen olarak bilinen Paskalya Bayramı, Norveç’te oldukça ilginç bir şekilde kutlanıyor diyebiliriz. Zira başka ülkelerde karşımıza çıkan Paskalya çöreği ya da Paskalya yumurtası yerine Norveç’te Paskalya zamanı, karlı kış ayları dışarıda devam ederken, insanlar gerilim, gizem, cinayet dolu polisiye romanları okuyup filmler seyrederek kutlama yapar. Hatta ülkedeki çoğu kitabevlerinin vitrinleri bu konudaki kitaplarla süslenir.

Yunanistan

%80’inden fazlası Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olan Yunanistan nüfusu için haliyle Paskalya, hem kutsal hem de en önemli dini bayramdır. Ancak ülkenin her yerinde, neredeyse birbirinden farklı kutlamalara ve geleneklere rastlayabilirsiniz. Örneğin; Korfu Adası’nda 16. yüzyıldan kalma bir gelenek devam ettiriliyor. Paskalya Günü, saat tam 11’de ada sakinleri, kilden yapılmış işe yaramayan çömleklerini camdan fırlatırlar. Böylelikle kötü ruhların uzaklaşacağına ve yeni bir başlangıç getireceğine inanırlar.

İtalya

Dünyanın en iyi festivaller ve etkinliklerine ev sahipliği yapan İtalya, Paskalya ne demek ve nasıl kutlanır merak ediyorsanız kesinlikle doğru yerdir. Katolik olan İtalya nüfusu, Paskalya bayramı süresince renkli etkinlikler, festival alayları, dini törenler ve yemek fuarlarına ev sahipliği yapar. Noel’den sonra ikinci en önemli bayram olarak kutlanan Paskalya’da, Paskalya çöreği ya da Paskalya tavşanı yerine İtalya’da çocuklara büyük ve içinde bir hediye bulunan çikolatan yapılma yumurtalar verilir.

2024 PASKALYA NE ZAMAN?

Paskalya, Hristiyanlıktaki en eski ve en önemli geleneklerdendir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanır. Doğu ve Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla beraber, Paskalya dönemi yaklaşık olarak mart sonundan nisan sonuna kadar olan dönemdir.

Buna göre; 2024 yılında Paskalya Bayramı 31 Mart Pazar gününe denk geliyor.

 

İyi Bayramlar!

Devamını Oku

GÜNÜMÜZ KADINLARININ DEĞERİ

GÜNÜMÜZ KADINLARININ DEĞERİ
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Altının, elmasın, arabanın, evinin, telefonun ve zümrüdünün bir değeri var ise ya kadının?

Kadın olduğum için değil, Türkiye’de yaşayan yabancı bir kadın olarak yazmak istedim. Özel günümüze özel bir köşem olsun istedim ama sadece 8 Mart’a özel söylemek ya da yazmak değil de bunu aslında yaşadığınız her gün tekrarlamanızı istiyorum:Her kadın özeldir, her vücut değerlidir ve farklılık her zaman güzeldir’ bu benim cümlem ve ben onu dostlarıma, yakınlarıma ve kadın arkadaşlarıma söylerim ve hissettiririm.

Ahh, bir de asla bunu unutmayalım: ‘Çirkin kadın yoktur, bakımsız ya da kendini feda etmiş kadın vardır!’

Böyle bir başlangıçla asıl konuya dönelim.

Kadınlar…

Her kadının içinde dişi ve eril gücü, her erkeğin içinde de eril ve dişi gücü var. Kadının eril gücü bir hareketin başlamasını, ben diyebilmeyi sağlıyor. Dişi gücü ise hareketin katılığını esneterek diğerini de düşünebilmeyi sağlıyor. Kadın gerçek kadın olmayı yaşar ve hem dişi hem eril gücünü doğru kullanabilirse yaşam çok güzel olacak. Çünkü kadında dişi güç daha yoğun, barışların sebebi. Nerede kadın zayıfsa orada herkes birbirinin sınırına zorbalıkla taciz içinde… Erkek yaşamda hareketi başlatıcı, kadın tamamını, devamını sağlayan…

Her erkeğin ve kadının ilk duygusal, algısal öğreniminde kadın başrolde… Böylece kadın başlangıçta ve sonra yaşamın güzelliğini yaşama ve paylaşmada, barış yaşantısında temel rolü oynuyor. Bu çok değerli, büyük bir güç ve güzellik, aynı zamanda sorumluluğu ve bedeli de çok yüksek. Bu yüzden kadın, kadın olmayı yaşamaz, varoluşuyla barışmazsa, yaşamda barış sağlanamaz. Kadın bu zorlukla mücadeleyi iyi yapar ve kadın olmayı yaşarsa, her şey daha güzel olacak…

Peki, Sizce, bütün Dünyada KADINLAR gerçekten kadın gibi yaşıyorlar mı, hissediyorlar mı, davranıyorlar mı? Kadının değeri nedir?

Mesela, Türkiye’de ‘kadın’ olmak… Gerçekten kadın kelimesine yakışır bir şekilde kadınlığımızı yaşayabiliyor muyuz bakalım…

Bir Türk atasözü şöyle der: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi kadındır”.

Türk Kültüründe ailenin temeli kadındır. Türk kadını ailesinde söz sahibi olmuş̧ ve kocasına daima destek olmuştur. Bu milattan önce de böyle idi. Avrupa, Afrika ve Arabistan’daki kadınlar köle olarak satılırken, Türk kadını her zaman hür ve özgür olmuştur.

Bir Arap seyyah İbn Batu şu şekilde not almıştır: “Burada öyle ilginç̧ bir duruma şahit oldum ki, o da Türklerin kadınlara gösterdiği saygıdır. Burada kadınların kıymeti ve saygınlığı erkeklerden daha üstündür”. Aynı zamanda bu yazdıklarımı eski Türk destanlarında da açıkça görüyoruz. Destanlarda kadının güç̧ ve ilham kaynağı olduğu bildirilmektedir.

Eski Türklerde kadın, ailede söz sahibi olduğu kadar siyasi ve ekonomik ilişkilerde devlet yönetiminde de söz sahibi olmuştur. Kadınlar kılıcını iyi kullanır, ata biner ve güreşirlerdi. Kadınlar savaşa da katılırlardı. Bir Türk atasözü̈ söyle der: “Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi kadındır”. Türklerin kadınlara çok değer verdiğini söylemiştik. Bunu eski Türklerin tek eşli oluşlarından da anlayabiliyoruz. Yani Türk erkekleri, bir kadınla evlendiklerinde ikinci bir kadın almazlardı. Hun Türkleri döneminden beri kadın erkek ayrımı yapılmazdı.

Şimdi Türkiye’de kadın olmak, boynunda bir namus yaftasıyla dolaşmak zorunda bırakılmaktır. Türkiye’de kadın olmak, boşanmışsa dul, evlenmemişse evde kalmış, çocuğu yoksa kısır, dekolte giyiniyorsa hafifmeşrep, çok gülüyorsa oynak, çok geziyorsa sürtük diye etiketlenmektir. Türkiye’de kadın olmak, ayıplarla, önyargılarla, geri kafalılıkla savaşmaktır. Fikrini savunamamak, düşünememek, konuşamamak, gülememek, içinden geldiği gibi davranamamak, hakkını arayamamaktır. Türkiye’de kadın olmak, bedeninden, cinselliğinden, kadınlığından utandırılarak eğitilmektir. Sustuğunda, gözlerini yerden kaldırmadığında, başı eğik olduğunda, ‘terbiyeli’ sıfatıyla ödüllendirilirken, tam tersini yaptığında ahlaksız olmaktır. Türkiye’de kadın olmak, ana babaların oğullarının çapkınlıklarından böbürlenerek bahsederken, kızlarının bir erkekle çay içmesinin bile namuslarını iki paralık etmesine tanık olmaktır. Türkiye’de kadın olmak, aynı işi yaptığı halde erkeklerden daha az ücret almak, daha başarılı olduğu halde terfi ettirilmemektir. Türkiye’de kadın olmak, dayak yediğinde hakkettiği, taciz edildiğinde arandığı düşünülmek, tecavüze uğradığında bile suçlanmaktır. Türkiye’de kadın olmak, her türlü şiddete maruz kalıp da polise gidince ciddiye alınmamak, devlet tarafından korunmamaktır. Türkiye’de kadın olmak, baskıcı, ikiyüzlü bir toplumda nefes almaya çalışmaktır!

İstatistiklere göre 2015-2018 yılları arasında Türkiye’de toplam bin 559 kadın öldürüldü. Türkiye’de 2019 yılında 300’ün üzerinde kadın eşleri, eski eşleri, sevgilileri ya da diğer yakınları tarafında öldürüldü. 500’ün üzerinde kadın erkekler tarafından şiddete uğradı, binlercesi sözlü, psikolojik şiddete maruz kaldı. Kadınlar bu şiddet biçimlerine eşleri, eski eşleri, sevgilisi ya da diğer yakınları tarafından uğruyor.

Ben bu satırları yazarken, belki de şu an dünyada ya da ülkemin bir köşesinde bir kadın kocasından şiddet görüyor, başka bir kadın tanımadığı bir erkek tarafından bu saatte sokakta gezdiği için tacize maruz bırakılıyor. Belki de yarın bir kadın, kadın demenin ne demek olduğunu bilmeyen, Dünya Kadınlar Günü olduğundan bile bi haber olan patronu tarafından mobbinge uğratılacak…

Bütün bu yüz kızartıcı gerçeklere rağmen kadın erkek eşitliğinin tam olarak her alanda sağlandığı, kadına yönelik şiddetin ve cinsel istismarın azaldığı değil tamamen bittiği, bir gün değil her gün kadınların değerinin anlaşıldığı, hepsinden ötesi kadınların kendi güçlerinin; inandıkları, istedikleri zaman neler yapabileceklerinin farkına vardığı bir dünya diliyorum.

8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu olsun ve diğer tüm günlerde “Dünya Kadınlarının” olsun…

 

 

 

Sevgi ve saygı ile kalın,

oksana.kozak.author@gmail.com

Devamını Oku

HER ŞEY GÜZEL OLMAK MIDIR?

HER ŞEY GÜZEL OLMAK MIDIR?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Günümüzün insanı ruh güzelliğine önem vermiyor. Çağımızın insanı beden güzelliğine kafayı takmış. Fizik ve beden güzelliği için trilyonları harcayan bu insanoğlu acaba ruh güzelliği için kaç kuruş harcıyor?

Bazı insanlar kendi olmak dışında her şeyi yapıyorlar ama bir türlü kendi hayatını yaşayamıyorlar. Başkasına yaranmak, başkasının hayatına özenmek, her zaman lüks içinde yaşamak gibi sebeplerden dolayı doğallığını kaybediyor. Doğal olmak çok zor değil herkes kendi gibi olsa sade hayatını yaşayarak yoluna devam ederse doğal olmuş olur.

Dünya’da kozmetik sanayine, makyaj endüstrisine harcanan para, bu alana yapılan yatırımlar belki de onlarca trilyon tutar, ancak, insanın ruh güzelliği için ne kadar bütçe tahsis ediliyor? Bu ikisi arasında kıyaslanmayacak derecede uçurumlar vardır.

İnsanın ruhunun doğallığını koruması ve ruhunun doğuştaki gibi tertemiz kalması için neler yapılması gerekiyorsa o yapılmalıdır. Bu alana ne kadar para harcansa yeridir.

Keşke ruh güzelliği için, insandaki ilim ve irfanı artırmak için trilyonlarca bütçe harcansa, bu tüm Dünya’nın mutluluğunu da beraberinde getirir.

Doğallık ve sadelik denilince sizin aklınıza ne geliyor, bilmem. Doğallık ve sadelik denilince benim aklıma, “insanın asıl fıtratı, çocukların bakışları, meczupların davranışları, hayvanların bütün halleri, çiçekler, böcekler, ağaçlar, bitkiler, taş, ova, dağ, kırlar, güneş, ay, yıldızlar ve insan dışındaki diğer tüm varlıklar” aklıma geliyor. Gerçekten de insan dışındaki tüm varlıklar sade ve doğaldır. İnsana gelince iş değişiyor. İnsan da bebeklik ve çocukluklarında doğal ve sadedir. Ondan sonra durum değişiyor.

Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de son yıllarda büyük bir ilerleme kaydetmiş ve estetik ameliyat olanların sayısı gözle görülür oranda artmıştır. Bunda, modern hayat ve değişen değerler sistemiyle birlikte toplumların estetik anlayışlarının da değişmesinin, daha güzel veya yakışıklı olmak, kendini daha iyi hissetmek, kendine güven duygusunu kazanmak veya geliştirmek, hayatta daha aktif rol almak duygularının önem kazanmasının, insanların gelir seviyelerinin yükselmesinin ve dolayısıyla dış görünüşlerini esaslı şekilde değiştirecek ölçüde kendilerine para ayırabilmelerinin etkisi olduğu gibi, tıptaki ve özellikle estetik cerrahîdeki sınır tanımaz gelişmelerin ve sayısız seçeneklerin de katkısı olmuştur; bu şekilde, herkese ve her keseye yönelik estetik ameliyat türleri doğmuştur. Önceleri estetik ameliyat denilince film yıldızları, şarkıcılar ya da zenginler akla gelirken, estetik cerrah sayısının artması ve teknikteki gelişmelere bağlı olarak ameliyatların çok daha ucuza yapılabilmesi sonucu, artık herkes estetik ameliyat olabilmektedir.

Ülkemizde estetik cerrahî dünyadaki gelişimine paralel şekilde hızla ilerlemiş ve günümüzde bu konuda çok başarılı olarak kabul edilen sayılı ülkeler arasında yerini almıştır. Fakat bu gelişmeler yaşanırken, ortaya çıkacak hukukî uyuşmazlıkların çözümü üzerinde fazla durulmamış, estetik cerrahların sorumluluğu da diğer hekimlerin sorumluluğu gibi kanunlarımızda düzenlenmediğinden, bu konudaki boşluk, genel nitelikteki Borçlar Kanunu hükümleriyle doldurulmaya çalışılmıştır.

Genel olarak, tedavi amaçlı ve güzelleştirme amaçlı olmak üzere iki tür estetik ameliyattan söz edilir; bazen de bu iki amaç birlikte bulunur. Estetik ameliyatların bir kısmında, sadece güzel görüntü sağlayarak hastanın ruh sağlığını koruma değil, hastanın çektiği bazı acıların dindirilmesi de amaçlamaktadır. Ruhsal acılar yanında, bazı fizikî acılar ve ağrılar da estetik ameliyatlarla sona erdirilmektedir. Örneğin, doğuştan veya bir kaza sonucu burnunda şekil bozukluğu oluşan ve bu yüzden nefes alma zorluğu çeken hasta, estetik ameliyatla, hem düzgün görünümlü bir burna sahip olarak içine düştüğü olumsuz psikolojik durumdan kurtulacak ve hem de nefes almakta çektiği zorluk giderildiğinden daha rahat bir yaşama kavuşacaktır. Buna karşılık, normalden büyük memeye sahip olan bir hastaya yapılan meme küçültme ameliyatında, görüntüyü güzelleştirmenin değil, ağrı ve acının dindirilmesinin ilk planda amaçlandığı görülmektedir; zira böyle kişilerin sırt ağrısı çekeceği, ileride kamburluk ve duruş bozukluğu gibi problemlerle karşılaşacağı bilinmektedir.

Bazı estetik ameliyatlar ise tamamen görüntünün değiştirilmesi, güzelleştirilmesi amacına yöneliktir ve bu ameliyatlarda tedavi veya fiziksel acı dindirme amacı yoktur. Güzelleştirme amaçlı bu tür ameliyat ve girişimler, kişinin dış görünümünü bozan veya bozduğu düşünülen kılların, benlerin, sarkık veya farklı renkteki derilerin, sivilcelerin, kırmızı damar uçlarının, derideki yağ kümeciklerinin yok edilmesi ya da bedendeki ve yüzdeki sakatlık, olağandan farklı şekil ve deformasyonların, yara ve yara izlerinin, asimetrik olan veya ortalamanın üzerindeki ya da altındaki ebattaki uzuvların düzeltilmesi veya kapatılması için yapılan işlemlerdir.

Bu şekildeki estetik müdahalelerde amaç, beden sağlığı ve tedavisi değil, kişiye güzel bir görünüm kazandırmaktır.

Örnek olarak İslâm’da, insanın doğuştan getirdiği özellik ve şeklinin değiştirilmesi ve bu amaçla yapılacak her türlü estetik ve tıbbî müdahale hoş karşılanmamış; fıtratı bozmayı hedef alan müdahaleler olarak kabul edilmiştir. Fıtratı bozmayı, yaratılışı değiştirmeyi hedef alan tasarruf ve müdahaleler ise, yasaklanmıştır. Estetik ameliyatlar genel olarak, ya dikkat çekmek, daha güzel görünmek ya da tedavi amacına yönelik olmaktadır.

Dikkat çekmek, daha güzel görünmek amacıyla, yaratılıştan verilmiş olan özellik ve şekillerin değiştirilmesi İslâm dininde, fıtratı bozma kabul edilerek yasaklanmıştır.  Buna karşılık vücudun herhangi bir organında, diğer insanlar tarafından yadırganan, insanın psikolojik olarak etkilenmesine sebep olabilecek, bir anormallik veya fazlalık bulunursa, bunun ameliyatla düzeltilmesi, fıtratı bozmak değil, bir tedavi işlemidir. Tedavi amaçlı olarak yapılan estetik müdahalelere ise dinimizde izin verilmiştir.

Evet, sayın okuyucularım, ben sadeliğe ve doğallığa o kadar önem veriyorum ki, rol yapılmasına ve sadelik ile doğallıktan uzaklaşılmasına tahammül edemiyorum. Güzellik ve samimiyet doğal ve sade olmaktadır!

 

Yazımı şu şiirimsi sözlerle noktalamak istiyorum:

 ‘’Doğal olan her şey güzeldir

Doğal olan her şey özeldir

Doğal olan her şey dikkat çeker

Doğal olan her şey sevilir’’

 

 

 

Sorularınızı ve cevaplarınızı bekliyorum,

oksana.kozak.author@gmail.com

Devamını Oku