30 Ocak 2021 Cumartesi
15 Temmuz
AB’de Anlaşmazlıklar Devri
Vefa Tiyatrosu Yeni Sezonun İlk Oyunu ile Perdelerini Açtı
İsviçre’de silah talepleri arttı
Beyaz Eşyalarda Artık Sararma Olmayacak!
Yunanistan' ın Su Krizi ve Yangınlarla Mücadelesi: Turizm ve İklim Krizinin Çifte Darbesi
Okurlarıma teşekkür ederek başlamak istiyorum bu yazıma. “Diyorsun ki; bizimkiler Yugoslavya’dan gelmiş” başlıklı bir önceki yazımı okuyan birçok kişi, duygu ve düşüncelerini mesaj yoluyla iletmeyi tercih etti, bu sevindirici bir durum. Bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak isterim.
“Hocam gerçekten çok güzel bir makale. Anadolu göç almaya tarih boyunca devam etmiş ve almaya da devam edecek. Son cümlenizde sorduğunuz ‘Genç adam; sizinkiler tam olarak nereden gelmişler?’ sorusuna katılıyorum. Birçoğumuz da bilmiyoruz. Çünkü yazılı arşiv ve belge yok.”
“Gazetenizi kutluyorum, güzel bir yazı. Özellikle günümüzde bu konuları gündeme getirmenizi çok önemsiyorum. Eşimin ailesi Selanik Kavala Sarışaban’dan mübadelede gelmişler. İlginç hikâyeleri var. Asılları Osmanlı döneminde, Karaman bölgesinden gitmişler. Geçmişine sağlam basmayan geleceğini nasıl kurtaracaktır?”
“Anneannem Florina, dedem Kesriye, babaannem ve dedem Girit Hanya’dan.”
“Göç almak gerçekten zor…ve insan gerçekten geçmişini merak ediyor. Zira her davranışımıza işlenen bir kod var, neden niye yaptığımızı bilmeden. Dobralığı ve savaşçılığı ile bilinen bir İliryalı olarak yazıyorum, güzel bir yazı olmuş, tebrikler.”
Köklerini merak eden, öğrenmek isteyen insanların göç haritalarını belirlerken yaşadıkları zorlukları tahmin edebiliyorum. Buna rağmen, ben, sağlıklı bilgilere ulaşmayı engelleyen en önemli unsurun motivasyon olduğunu düşünüyorum. İnsan yeter ki istesin, çözülemeyecek mesele yok. Nereden mi biliyorum; çünkü yaşadım. Bir “göç hikâyesi keşfi” hatırasını hala içimde saklarım. Hikâye, bağımsızlığının ilk yılında Kosova’nın Slatina köyünde bir eve misafir oluşumuzla başlamıştı. Ev sahibinin kahve ikramıyla devam eden sohbetimiz o kadar derinleşmişti ki, Kosova’dan Türkiye’ye giden akrabalarının akıbetini ara sıra gelen mektuplardan takip ettiğini anlatmış, hatta bazen bu mektupların içinde kendisine gönderilen siyah beyaz fotoğrafları, bir kenarı yanmış eski bir bavulun içinden çıkararak bizlere göstermişti. Mektuplardan birisinde Polis Mehmet, Sakarya’daki gelişmeleri yazmış, Kosova Slatina’daki akrabaları ile hasret gidermiş, aynı zamanda sarı saçlı mavi gözlü üç küçük kızının resmini mektuba iliştirmişti. Bu mektubu hiç unutamamıştım. Önce akrabalardan birisine ulaştım, sonra diğerine, sonra başkasına. Bir film senaryosu gibi gelişen olayların neticesinde geçen yıl bu büyük aile Slatina’da bir araya gelmeyi başardı, bir eksikle. Kızları rahmetli babalarının izlerini keşfetmeyi sevdiler, şimdilerde hatıralarını canlı tutmaya devam ediyorlar. Hatta ailenin bir kısmı Kilis’e yerleşmiş, orada yaşıyorlar, inanılır gibi değil. 80’li yıllarda “Mardin-Münih Hattı” isimli dizi 6 bölüm olarak çekilmiş ve ilgiyle izlenmişti. “Slatina-Kilis hattı”, bir dizi senaryosu olsa 6 bölümden fazla izleneceğinden eminim, ilgilenenlere duyurulur.
Sizlere bu yazımda tavsiye etmek istediğim bir kitap var. Bildiğiniz gibi Balkan edebiyatı, Bizans’ın kültürel mirasıyla, sonrasında 19. Yüzyılla birlikte Fransız edebiyatıyla şekillendi. Geçen yüzyıl, siyasal ve kültürel olayların etkisiyle ortaya çıkan edebiyat eserlerine sahne oldu. Kendi kütüphanemde de mevcut olan bir kitabı sizlere tanıtsam fena olmaz, okumanıza vesile olurum belki.
Geçtiğimiz yüzyılın en büyük romanlarından biri, Drina Köprüsü idi. 1961’de İvo Andriç’e layık görülen Nobel Ödülü, edebiyat dünyasında, özel olarak bu kitaba verilmiş gibi kabul edildi; kitap o yıllarda Türkiye’de de büyük ilgi gördü. Drina Köprüsü, eski Bosna’nın, orada yaşayan herkesin paydaş olduğu hayatına dair, bu hayatın milliyetçilikler çağında nasıl değiştiğine dair bir roman. Belki de bir romans demek lazım. Bir millete ya da kesime değil de bir ülkeye, bir vatana adanmış bir aşk romanı. Osmanlı’da farklı toplulukların nasıl bir arada yaşadığını geniş bir görüşle ve incelikle tasvir ediyor. Anlatılan ne müthiş bir uyum hikâyesi, ne de mutlak bir zulüm hikâyesi. Kimliklerin, dinlerin, devletlerin ve de her şeyin ötesinde, içinde insanların olduğu zengin bir hayat tablosu. Zaten Drina Köprüsü’nü büyük roman yapan da bu: Osmanlı, Boşnak, Sırplar, Hırvat, Müslümanlar gibi meseleleri okura tamamen unutturabilen bir büyük roman. Bu arada; Drina Köprüsünün o dönemin önemli sadrazamlarından birisi olarak kabul edilen Sokulu Mehmed Paşa adına Bosna Hersek’in Visegrad şehrinde Mimar Sinan tarafından yapılan bir eser olduğunu da hatırlatmalıyım.
Son olarak; sizleri Lejla Jusić ve eserleri hakkında bilgilendirmek istiyorum. 1971 yılında Saraybosna’da dünyaya gelen Prof. Lejla Jusić, Saraybosna Müzik Akademisi Solo-Ses bölümününden yüksek dereceyle mezun olmuş, bu başarısı “Gümüş Madalya” ile ödüllendirilmiş. Sahne Sanatları Akademisi’nde akademisyen olarak göreve başlamış ve eş zamanlı olarak da Saraybosna Operası’nda solist olarak çalışmış. Aynı akademide ses kürsüsünde önce doçentliğe ardından da 2013 yılında profesörlüğe ulaşmış. Saraybosna Filarmoni Orkestrasında solist olarak görevler almış ve “Allegro” isimli kadın vokal grubunun kurucuları arasında. Biz Lejla Jusić’i aşina olduğumuz şarkıları seslendirdiği konser kayıtları ile tanıdık. Hatta TRT ekranlarında yayınlanan Alija dizisinde de sesi ile yer almıştı.
Seslendirdiği bir şarkı şöyle başlıyor; “Aydan ayırt edemiyorum ay yüzünü gördüğümde, çekinip bakamıyorum kaşlarını çattığında.” Sizlere tavsiyem, “Hasret Çektim” isimli bu Uygur türküsünü Lejla Jusic’in yorumuyla dinlemeniz olacak. Unutmayalım ki, nerede yaşanırsa yaşansın hasretin dili hep aynıdır.
– Tam olarak nereden gelmişler?
– Pek bilmiyorum aslında.
– Yani, bir yer ismi falan?
– Kosova..Yeni Pazar..Filibe falan diyorlardı.
– Tamam tamam, durum anlaşıldı.
Özellikle genç neslin birçoğu böyle; ailenin bir kısmının Yugoslavya’dan, Balkanlardan gelmiş olması hoşlarına gidiyor, hatta gurur duyuyorlar. Ancak kökenlerini araştırma konusunda pek başarılı sayılmazlar. Birçoğu bilmiyor tam olarak nereden geldiğini. Bilmek için araştırmak lazım. Aradan yıllar geçmiş, kolay da sayılmaz böyle karmaşık bir konuyu anlayabilmek. Eski Yugoslavya’nın topraklarında şimdilerde bağımsız devletler var, o devletlerin her birinin etnik dinamikleri, karmaşık göç hikâyeleriyle dolu.
Göç etmek aslında, birey veya aile için oldukça zor karar verilen, bilinmeyen sulara yelken açmak ve risklerle dolu bir yolculuğa çıkmak demek. İster gönüllü ister zorunlu olsun; kişinin doğup büyüdüğü, alışık olduğu yerleri terk etmesi ve yabancısı olduğu yerlere yerleşmek üzere yola çıkması, birçok riski de içinde barındıran bir süreç. Bu riskleri göze alabilmek için, bireyleri veya toplulukları harekete geçirecek önemli motivasyon unsurlarının olması gerekir.
Göç ve göçmenlik üzerine yapılan araştırmaları incelediğimizde, ‘göçmen’ kavramının tek bir tanımının olmadığını görüyoruz. İnsanlar, maddi koşullarını iyileştirmek için, kendilerine ya da ailelerine dair beklentilerini yerine getirmek için veya başka birçok sebepten dolayı bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmekteler. Birleşmiş Milletler; sebepleri, gönüllü olup olmaması, göç yollan, düzenli veya düzensiz olması fark etmeksizin yabancı bir ülkede bir yıldan fazla ikamet eden bireyleri göçmen olarak tanımlıyor.
Okuyucularımı göç ve göçmenlik kavramları hakkındaki sıkıcı tespitlerle boğmak istemesem de, ülkemizde yaşanan göç süreçlerinin sistematiğini kısaca hatırlatmakta fayda görüyorum. Osmanlı İmparatorluğunun mirası olan topraklardan gelen Türk ve Türk kültürüne bağlı toplulukların göçleri ile harmanlanan genç Türkiye’ye yapılan göçler, Cumhuriyet kurulduktan sonra da devam etmiştir. Bu göçlerin en dikkat çekici olanı Cumhuriyet’in “büyük mübadele” olarak bilinen Türk-Yunan nüfus değişiminin yaşandığı Lozan Mübadelesi olmuştur. Anadolu, sonraki yıllarda da yakın tarihe kadar Balkanlarda yaşanan baskı, tehcir ve soykırımdan kaçanların sığınağı olmuştur. “Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Göç Hareketleri” ismini taşıyan çalışmada Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye’ye yönelen göçlerin 1923-45 arası, 1945-80 arası ve 1980 sonrası olmak üzere üç döneme ayrılarak ele alındığını görüyoruz.
Sosyolojik bir kavram olan göçün nasıl yaşandığını, nasıl ortaya çıktığını, göç süreci sona erdiğinde kurulan yeni hayatta ve yeni düzende bireyin var olma mücadelesini, bireyin toplumdaki yerini belirleme macerasını anlamak çok önemli. Yerleşik ile göç eden arasındaki kaçınılmaz etkileşimden doğan değişimi, kültürel farklılıklar nedeniyle ortaya çıkan yadırgamaları veya kültürel farklılıklar nedeniyle ortaya çıkan özenmeleri anlamak ta çok önemli.
Göç konusunu doğu-batı eksenindeki kentleşme-modernleşme algısı ya da kaygısı olarak düşünmek işimizi kolaylaştırabilir. Bugünün Türkiye’sinde göçün sosyolojik etkilerini anlamımızı sağlayacak fazlaca örneğimiz var. Büyük aile bireylerinin Balkan coğrafyasının bilmediği bir yerinden Türkiye’ye göçmüş olması, o kişi için bir zenginlik, gurur, ayrıcalık, hatta daha Batılı olmanın ispatı. Bu, güzel bir duygu olsa gerek. Asla itirazımız yok. Ancak nereden gelindiğini, nereye gidildiğini, kökenini, varsa yaşayan aile bireyleri ile olan bağların akıbetini araştırmak kaydıyla. Bireylerin merakı, araştırma hevesleri ve göçmen duygusallıkları, bizlere yeni hikâyeleri araştırmamız ve yazmamız için yol gösterici olmakta.
Yeri gelmişken ortaya bir de “göç/göçmen duygusallığı” kavramını atayım. Yukarıda da yazdığım gibi, göç etmiş ailelerin genç üyelerinin araştırma hevesleri, sanki atalarına olan bir borcu öder gibi besledikleri merak duyguları, yeni hikâyeleri yazmamıza yardımcı olacak kadar veriyi bizlere sunuyor. Bu muhteşem bir imkân, hakkını teslim etmeliyim. Ama duygusallığın bütünü anlamak için yeterli olmadığını hatta yaratıcılığı ve serbest düşünmeyi engellediği için zarar veren bir şey olduğunu düşünenlerdenim.
Bugünün Türkiye’si ile Balkan coğrafyası arasındaki güncel göç ilişkisini ortaya koyan çalışmaları yürütürken “göçmen duygusallığı” nın “uluslararası ilişkiler”, “diplomasi”, “diaspora” gibi kavramlarla harmanlanması, çalışmaların performansını artıracaktır. Geçmişini araştırmak isteyen gençlerimiz, göç hikâyelerinin verdiği duygusal keyifleri yaşarken aynı zamanda eski topraklarının hangi ülke sınırları içinde olduğunu, o ülkenin göçmenlerle ilgili yasal mevzuatlarının ne olduğunu, güncel vatandaşlık uygulamalarını, mal varlıklarının akıbetleri hakkında ilgili ülkenin aldığı kararları ve büyük aile bireylerinin göç haritalarını daha detaylıca araştırırlarsa hatıralarına daha saygılı ve sorumlu davranmış olurlar.
İlginizi çekeceğini düşündüğüm bir bilgiyle yazımı tamamlamak istiyorum. Ülkemizde göç alanına ilişkin politika ve stratejileri uygulamak, bu konularla ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere kurulmuş bir kurum var, adı; Göç İdaresi Genel Müdürlüğü. Bu güzide kurum, geçtiğimiz aylarda “Uluslararası Göç Filmleri Festivali” düzenledi. Bir haftada yaklaşık 30 milyon izleyiciye ulaşan, dünyanın en geniş katılımlı ve kapsamlı tematik film festivali olarak kabul edilen bu etkinlikte “En İyi Uzun Metrajlı Film” ödülünü “Sama İçin” (For Sama) isimli yapım kazandı.
Belki incelemek istersiniz diye ödül kazanan diğer yapımları da buraya yazıyorum. En iyi ilham veren senaryo: “Oğlum Gibi”, Jüri özel ödülü: “Oskar ve Lilli”, UNICEF’in en iyi kısa film ödülü: “Kıyının Çocukları”, Aynı gemi en iyi kısa film ödülü: “Orada”. Bu etkinlik kapsamında 30 ülkeden 45 film gösterimi yapılmış, atölyeler, konserler ve son teknolojilerin kullanıldığı yeni nesil sergiler açılmış. Göçlerin tarih boyunca tüm milletlerin yaşadığı ortak bir hikâye olduğu vurgusu yapması ve bu konuda farkındalık oluşturmak amacını taşıması bakımından önemli bir organizasyon olduğunu söyleyebilirim. Eminim ki; arka planda, göçün duygusal izlerini teknik verilerle harmanlayan profesyonel ekiplerin yoğun çalışmaları vardır.
Şimdi tekrar sorayım: genç adam; sizinkiler tam olarak nereden gelmişler?
Doç.Dr.Emin Serin
“Hocam; bir Balkan ülkesi varmış, adı Montenegro imiş, bu konuda bizi aydınlatır mısın?”, “Abi; herkes ‘Montenegro’ya gidin’ diyor, ne diyorsun, ilgilenelim mi?”, “Hocam, ‘inanılmaz imkânlar var’ diyorlar, ne yapalım, bize fikir ver.” Bu tür soruların yüzlercesini son yıllarda çok duyuyorum, tanıdığım birçok kişi rüyasında Montenegro’yu yani Balkanların güzel ülkesi Karadağ’ı görür oldu. Genelde rüyalar hep tersine yorumlansa da, ilk birkaç gün kafamızı karıştırır sonra da unutulur giderler.
“Montenegro” bilinen adıyla Karadağ, eski Yuguslavya’dan ayrılarak 2006 yılında bağımsızlığını ilan eden bir ülke. Doğal güzellikleri, dağları ve gölleri ile büyüleyici bir ülke olan Karadağ’ın ismi zamanında bu ülkeyi yöneten Venedikliler tarafından verilmiş. İtalyanca’da “monte” kelimesi “dağ”, “negro” kelimesi “siyah” anlamı taşıyor. Karadağ, anayasada, “cumhuriyet yönetimde bağımsız ve egemen bir devlettir” olarak tanımlanıyor. Karadağ’ın bilinen uluslararası adı, yukarıda da belirttiğim gibi, Montenegro’dur.
Birleşmiş Milletler, NATO, Dünya Ticaret Örgütüne üyelikleri bulunan Karadağ’da kişi başına düşen milli gelir 7.358 dolar, toplam milli gelir 5.5 milyar dolar civarında. Sektörlerin milli gelire katkısı %75’i hizmet, %20’si turizm sektörüdür. Asgari ücret Temmuz 2020 itibariyle 331 Euro olsa da ortalama aylık ücretler 600-700 Euro arasında değişmekte. Nüfusun büyük çoğunluğu başkent Podgorica ve çevresinde yaşıyor, 2019 sayımlarına göre Karadağ Cumhuriyetinin resmi nüfusu, 615.000. Sadece nüfus parametresine göre bir değerlendirme yapacak olsak; Türkiye’deki 34 tane şehrin her birinin nüfusunun Karadağ Cumhuriyetinin toplam ülke nüfusundan fazla olduğunu belirtmemiz gerekir.
Montenegro (Karadağ), Avrupa Birliğine resmi adaylık başvurusunu 2009 yılında yaptı. Şu ana kadar ki üyelik müzakerelerinin olumlu gittiğini AB yetkililerinin yaptığı çeşitli açıklamalardan anlamak mümkün. Geçtiğimiz aylarda yapılan genel seçimlerden sonra Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi ardı ardına yaptığı yazılı açıklamalarla Karadağ’ın üyelik yönündeki hızlı ilerlemesinin devam edeceğine inandıklarını, yeni hükümetin oluşmasıyla ülkede siyasi ve ekonomik reformların hız kazanacağını, üyelik sürecindeki tüm çabaları sonuna kadar desteklediklerini belirtmişti.
Bu noktada, biraz daha detaya girip, teknik bilgileri aktarmakta fayda görüyorum. Dünya Bankası’nın “İş yapma kolaylığı” sıralamasında 190 ülke arasında, Karadağ 50.sırada yer alıyor. Türkiye, bu listenin 43.sırasında. Karadağ, yeni gelişmeye başlayan bir ülke olduğu için istihdam fırsatları fazla görünüyor. Ülkeye yatırım yapmak isteyen ya da çalışmak isteyen kişiler için pek çok iş fırsatı bulunduğu raporlanıyor. Karadağ’da önde gelen iş kolları inşaat, gıda ve tekstil sektörleri ancak bunların dışında tarım ve hayvancılık, orman ve su ürünleri, enerji ve otel işletmeciliği sektörlerinde de iş yapılabilmekte. Karadağ’da bir çalışan olmak, geçinemeyecek kadar maaş kazanmak anlamı taşır. Bu nedenle insanlar kurulmuş bir şirkette çalışmak yerine kendi şirketlerini kurmayı amaçlıyorlar. Karadağ’da ortalama 3 günde şirket açıp, 21 günde oturum izninin alındığı, ayrıca bu süreçler hızlı ve olabildiğince sorunsuz ilerleyebildiği için düşük maliyetle kolay ve hızlı şekilde Karadağ’da oturma izni alınabildiği aktarılıyor.
Birkaç yıl önce Gürcistan’ın, Rusya ile yaşadığı diplomatik sorunların ardından, Avrupa Birliği’ne alınacağı söylenmiş, uluslararası öngörüler ayyuka çıkmış, kulaktan kulağa yayılan “fırsat haberleri” ile insanlar Gürcistan rüyası görür hale gelmişti. Başkent Batum’da yaşanan emlak patlaması ve kurulan şirket sayılarındaki artış, Türkiye’yi de saran bu algının en büyük sonuçları olmuştu. Benzerleri Bosna Hersek, Sırbistan, Kosova, Makedonya ve Kıbrıs’ta da yaşandı. Burada; olası yanlış anlamaları engellemek için, yapılan yatırımların amaçlarını ve sonuçlarını irdelemek niyetinde olmadığımı, sadece genel performans ölçütlerine göre değerlendirmeler yaparak ülkelerin uluslararası yatırım iştahları konusunda okurlarımın fikir edinmelerini amaçladığımı belirtmek zorundayım.
Normal şartlarda, Karadağ (Podgorica) ile Türkiye (İstanbul) arasında haftada 5 adet karşılıklı uçak seferi düzenlenmekte idi. Havayoluyla 1.5 saat mesafede olduğu için de ulaşım açısından yakın gibi görünüyor ancak bu avantajın diğer Balkan ülkeleri hatta Güneydoğu Avrupa ülkelerinin tamamında aynı olduğunu belirtmeliyiz. Türkiye’de 2020 yılı Kurumlar Vergisi %22, Gelir Vergisi artan oranlı vergi olma özelliğiyle en düşük %15 iken, Karadağ’da Kurumlar Vergisi ve Gelir Vergisi’nin %9 olması yatırımcılar için büyük bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Ayrıca Türkiye ile Karadağ arasında “Serbest Ticaret Anlaşması” bulunmakta ve bu anlaşma sayesinde Karadağ’da kişi kuracağı şirket üzerinden ihracat yapabilmekte. Ayrıca Karadağ’da anlaşmalar gereği Türk vatandaşlarına vize uygulaması bulunmamaktadır. Geçerli pasaport ile ülkeye giriş yapmak ve 90 gün süre ile Karadağ’da kalmak mümkün.
Buna rağmen; Montenegro rüyası görmeden önce başka açılardan da değerlendirmeler yapılması gerekir. Kuzey Makedonya’nın Dünya Bankası’nın “İş yapma kolaylığı” sıralamasında 10.sırada olduğunu, Bosna Hersek’te yabancı yatırımların gümrük vergilerinden muaf olduğunu, yabancı yatırımcıların Bosna-Hersek vatandaşlarıyla aynı şekilde mülkiyet edinme hakkına sahip olduklarını ve yatırımlarından elde ettikleri gelirlerini serbestçe, seçilen para birimiyle yurtdışına transfer edebildiklerini, Arnavutluk’ta 5 gün içinde istenilen alandaki şirketin kurulabildiğini, Kosova ile Türkiye arasında da serbest ticaret anlaşmasının olduğunu ve bu anlaşmalara istinaden sayısız avantajlar elde edilebildiğini, Kosova’nın franchising için uygun bir pazar olduğunu, Avrupa’ya açılmak isteyen birçok yabancı yatırımcının Kosova’yı yakından izlediğini, Sırbistan’ın da benzer ayrıcalıklar sunarak yabancı yatırımcılara kapılarını açmak istediğini unutmamak gerekir.
Uzunca zamandır, “Hocam, ‘Karadağ’da inanılmaz imkânlar var’ diyorlar, ne yapalım, bize fikir ver.” diye soranlara heveslerini kırmadan şu cevabı veriyorum: “Asıl amacınız nedir? Bir dış yatırım yapacaksanız, bunu Karadağ Cumhuriyeti popüler olduğu için mi yoksa gerçekten avantajlı olduğu için mi yapacaksınız? Çevrenize ‘Balkanlarda firmam var’ demek için bunu yapacaksanız, yapmayın. Bu, kârdan çok zarar getirir. ‘Yakında Avrupa Birliğine girerse şanslı oluruz’ diyorsanız, yanılıyorsunuz ya da eksik düşünüyorsunuz, diğer Balkan ülkeleri de benzer durumdalar. Moda ve algı, yatırım gerekçesi olamaz, herkes Karadağ’ı konuşuyor diye ev almak ya da şirket kurmak mantıklı değil. Gerçek işletmeci/yatırımcı iseniz, çevre ülkeleri bir bütün halinde inceleyin, fırsatları inceleyin, uluslararasılaşın ve cesur olun, pazara girin.”
Bildiğiniz gibi, Avrupa kıtasının güneydoğu kesiminde, İtalya’nın doğusu, Anadolu’nun batısında yer alan coğrafi ve kültürel bölgeyi Balkanlar veya Balkan Yarımadası diye tanımlıyoruz. Aynı bölgenin Güneydoğu Avrupa olarak ta adlandırıldığı mecralar mevcut. Türkiye’ye fiziksel yakınlığından, ortak geçmişlerimizle harmanlanmış kültürel değerlerimizin olmasından, dil ve din benzerliğinden ve özellikle çeşitli dönemlerde yapılan karşılıklı göçlerden dolayı Balkanlar, yüreğimizin en derin yerinde sakladığımız özlemimiz, hasretimiz, merakımız oldu. Bir başka deyişle, Balkanlar, onca acı, gözyaşı ve karmaşıklığa rağmen hala çok renkliliğin, çok kültürlülüğün ve doğu ile batı arasındaki sentezin sembolü konumunda.
Bu özelliklerinden dolayı Balkanlar coğrafyası, üzerinde en fazla araştırma yapılan bölgelerden birisi. Ülkemizdeki devlet kurumları, kamu ve özel sektör kuruluşları, üniversiteler, dernekler, vakıflar, enstitüler, Balkanlar bölgesi ile ilgili araştırmalar yapıyor olmayı çok sevdi. Özellikle Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinde 1990’lı yıllarda yaşananların anlatıldığı hikâyelerin ve sonrasında bağımsızlığını ilan eden devletlerin akıbetlerinin araştırmacılara ilham kaynağı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bölgesel araştırmalar, tek bir kalemde incelenemeyecek kadar geniş konuları kapsar. Yaşanan olayların tarihsel süreçleri, coğrafya, kültür, sanat, sosyoloji, ekonomik gelişim, insan hakları, uluslararası ilişkiler ve bunlar gibi yüzlerce, belki de binlerce konuda araştırmalar yapmak mümkün. Bütün araştırma konularının birleşerek hizmet ettiği en geniş, en verimli alan ise, bana göre; kamu diplomasisi çalışmaları. Dünyada yaşanan gelişmelerin seyrine göre prensipleri ve kapsamı değişmekle birlikte, kamu diplomasisi, diğer çalışma konularını besleyen, yönlendiren, motive eden bir araştırma alanıdır.
Uluslararası çalışmalarındaki performanslarını yakından izlediğimiz Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB), Yunus Emre Enstitüsü Başkanlığı, Balkanlarda faaliyetler yürüten temel kamu kurumlarımızdan bazıları. Bunların dışında yurtdışında bir “koordinatör kamu otoritesi” olarak Dışişleri Bakanlığına bağlı Büyükelçiliklerimizin eğitim, kültür, ekonomi gibi alanlarda yürüttükleri çalışmalar mevcut. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlarımız ise Balkanlardaki çalışmalarını fiilen atanan personel vasıtasıyla yürütüyor. Bu noktada, kurumlarımızın başarısını etkileyen iki önemli unsurdan bahsedebiliriz. Birincisi, çalıştırdıkları personelin kalitesi, motivasyonu ve performansı. İkinci ve belki de en önemli unsur ise kendilerine sunulan verilerin doğruluğu yani araştırmaların güncelliği.
Ülkemizde 131 devlet üniversitesi, 78 vakıf üniversitesi olmak üzere 209 adet üniversite bulunmaktadır. Bildiğiniz üzere, üniversiteler eğitim faaliyetlerini yüksekokullar, fakülteler ve enstitüler ile yürütmekle birlikte araştırma faaliyetlerini genel olarak araştırma ve uygulama merkezi adını verdikleri birimler ile sürdürürler. İşte bu 209 üniversitenin hemen hemen tamamında çeşitli araştırma faaliyetlerinin yapıldığı araştırma ve uygulama merkezleri mevcuttur. Araştırma merkezlerinin bir bütçesi, yönetim kurulu ve bunlara bağlı olarak da ciddi çalışma prensipleri bulunmaktadır.
Üniversitelerimizin bazılarında Balkan Ülkeleri, Balkan Toplumları, Balkan Kültürü, Balkan İşbirliği gibi temalarla kurulan araştırma merkezlerinin varlığını biliyoruz. Bunların çok azının, kamu otoritelerine faydalı olabilecek bilgileri ürettiklerini burada üzülerek belirtmeliyiz. Hatta bazılarının internet sayfalarından çok uzun süredir hiçbir araştırma faaliyeti ortaya koymamış olduklarını anlayabiliyoruz. Sormak istiyoruz; Balkan araştırmaları ne durumda?
Güncelliğini ve motivasyonunu yitirmiş üniversite araştırma merkezlerimize buradan bir öneride bulunabiliriz. Yükseköğretim Kurulu (YÖK) tarafından işletilen “Ulusal Tez Merkezi”, Yüksek Lisans ve Doktora programlarının sonunda hazırlanan tezlerden oluşan ciddi bir hazine olarak önümüzde durmaktadır. Burada, Balkanlar hakkında her bilim dalından yapılmış binlerce tez mevcuttur ve kullanımdadır. Bu tezlerin sonuçlarından üretilecek birçok araştırma konusu üzerinde çalışmalar yapılabilir, öğrencilere araştırma görevleri verilebilir, bu bilgiler, sivil toplum kuruluşlarının istifade edebileceği güncel raporlar haline dönüştürülebilir ve kamuoyunun kullanımına sunulabilir.
Esasında “güncelliği ve motivasyonu yitirme” meselesi, sivil toplum kuruluşlarımızda da farklı değil. İçişleri Bakanlığına bağlı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğünün güncel dernek istatistiklerine göre ülkemizde 121646 adet faal dernek var. Bu derneklerin bazıları bölgesel çalışmalar yapmak, işbirliği faaliyetlerini desteklemek, uluslararası çalışmalara katkıda bulunmak için kurulmuş durumdalar. Özellikle Balkan kökenli aileleri temsil eden ikinci, üçüncü kuşakların birçoğu bu derneklere üyeler. Tüzükleri gereği yeni bilgiler, yeni bakış açıları, yeni araştırmalar mı yapıyorlar yoksa sadece proje dünyasındaki kısır fikirler ile kamu kaynaklarına mı talip oluyorlar. Yani; kamuya ve kamuoyuna güncel katkılar sunuluyor mu? Neticede derneklerimize de sormak istiyoruz, Balkan araştırmaları ne durumda?
Balkan ülkeleri, Türkiye ile hangi gerekçelerle ilişki içerisinde ise, diğer Avrupa ülkeleriyle de başka gerekçelerle ilişkiler yürütmekteler. Son yıllarda Almanya, İtalya, Fransa Avusturya gibi ülkelerin Balkan ülkelerine yönelik yatırım iştahları, Bosna Hersek, Kosova ve Makedonya’dan diğer Avrupa ülkelerine gerçekleşen ve gençlerin engellenemeyen göç hevesleri, ülkelerin geçmişten gelen önyargıları ve buna bağlı olarak oluşan stratejik ortaklıklar gibi konular, Balkan coğrafyasının dinamikliği ve zorluğu hakkında fikir sahibi olmamıza yeter de artar bile. Sadece burada belirttiğimiz meseleler bile detaylıca araştırılması ve güncel verilerle beslenmesi gereken öncelikli konular arasında. Eminim ki; güncel ve iyi tasarlanmış çalışmaların sonuçları, Balkanlarda ülkemizi temsil eden yetkililerin işine yarayacak, görev yaptıkları konularda daha sağlıklı kararlar vermelerini sağlayacaktır.
“Girişimcilik” kavramını inceleyenler bilirler, bu kavramı ilk kez 18.yüzyılda İrlandalı ekonomist Richard Cantillon tanımlamış. İktisatın bir bilim olarak kabulüne yönelik ilk önemli çalışmalardan birisine de imza atan Cantillon “girişimci” kavramını; henüz belirgin olmayan bir bedelle satmak üzere üretimin girdilerini ve hizmetlerini bugünden satın alan ve üreten kişi olarak tanımlamış.
Sanırım “girişimcilik”, üzerinde en çok çalışılan kavramlardan birisi. Kadın girişimciliği, genç girişimcilik, girişimcilik kurulları, ödülleri, girişimcilik yarışmaları, girişimcilik haftası, yılın girişimcisi, girişimciler derneği, platformu, vakfı, vs…
İyi, hoş da bu girişimci hanımefendiler, beyefendiler, genç kardeşlerimiz ne yerler ne içerler, nereden beslenirler, nasıl çalışırlar, gerçekten de Cantillon’un tanımındaki gibiler midir?
Bir girişimci için yarını bugünden görebilmenin önemi büyük. İleri görüşlülük, hem yarının trendlerini bugünden kestirerek, henüz ortaya çıkmamış ihtiyaçlara çare olabilecek bir çözüm önerisini şimdiden hazır etmek, hem de başlanılan projenin yarının şartlarında ne kadar başarılı olup olmayacağını bugünden ön görebilmek açısından önemli. Bir girişimcide olması umulan özellikleri, fazla detaya girmeden, şöyle sıralayabiliriz; ileri görüşlülük, motivasyon, özgüven, zaman yönetimi, finansal bilgi, yönetim becerileri, planlama yeteneği, esneklik, hırs, iletişim becerileri ve elbette şans.
Geçenlerde, en az 20 yıldır bilgi teknolojileri sektöründe harika işlere imza attığını bildiğim bir arkadaşımla buluştum. Memleket meseleleri, ülkedeki ekonomi politikalarının seyri, kurlar, sektörel analizler derken konu uluslararası pazarlara, iş fırsatlarına, yenilikçi girişimcilik modellerine geldi. O an arkadaşım merakla şöyle bir soru sordu: “DEİK diye birşey var, duydun mu, sence ilgilenmeliyim?” Bu soruya “İlgilenmelisin, incelemelisin, hatta içerisinde olmalısın” diye cevap vermiş olsam da akşam eve gittiğimde tecrübeli ve başarılı bir girişimcinin Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK)’nu duymamış olmasına anlam veremedim, huzursuz oldum ve kendisini telefonla arayıp bu düşüncelerimi paylaştım. O günün ikinci şaşkınlığını ise verdiği cevaplardan sonra yaşadım. Aynen aktarıyorum: “Biz doğrudan sahada olan, gerçek iş adamlarıyız, bu tür kurullarda yer almayı hiç düşünmedim, teorik çalışmalara katılmayı hep zaman kaybı olarak gördüm, üstelik istesem de kesin beni almazlar, ya da kayırmacı davranışlarla motivasyonumuzu bozarlar”.
Cantillon’un standart “girişimci” tanımına tam anlamıyla uyan bu başarılı arkadaşımın girişimcileri ilgilendiren kurul ve kuruluşlarda görevler almasını engelleyen önyargılarının olması oldukça düşündürücü. Oysaki bu tür kurumlar, ülkemizdeki girişimcilerin sayısını arttırmak için, başarı hikâyelerini kulaktan kulağa duyurarak insanları bilinçlendirmek için, uluslararası işbirliklerine kapı açacak işbirliği modellerini geliştirmek için çalışmalar yapmaktalar. Ya da yaptıklarını iddia etmekteler.
“Girişimcilik” ya da “İş insanları” kavramlarının üzerine konumlanmış dernek, vakıf, platform, kurum ve kuruluşların; iş sahiplerine, potansiyel girişimcilere, girişimcilik ruhuna sahip cesur ve genç fikir sahiplerine katacağı çok şeyler olabilir. Ancak burada iki çekincemizi belirtmek zorundayız. Her insan girişimci olmak zorunda değildir, gençlere girişimcilik ruhu aşılama iddiasıyla yürütülen sınırsız ve etki analizi ölçülmeyen sorumsuz faaliyetler, gençlere faydalı mıdır yoksa meslek edindirme süreçlerinde kafalarını mı karıştırmaktadır? İkinci çekince ise; girişimcilerin doğru uluslararası pazarlara ulaşmaları, potansiyel işbirliği fırsatlarından haberdar olmaları konularındaki beslenme şartları eşit ve yeterli midir?
Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Türk özel sektörünün dış ekonomik ilişkilerini yürütme, yurt içi ve yurt dışında yatırım imkânlarını araştırma, Türkiye’nin ihracatını artırmaya katkı sağlama ve benzeri iş geliştirme çalışmalarını koordine etmekle görevlendirilmiş bir kurum olarak 1985 yılında kuruldu. Kuruluşundan yaklaşık 30 yıl sonra 11 Eylül 2014 tarihinde çıkarılan 6552 sayılı kanunla yeniden yapılandırıldı ve halen “Türk Özel Sektörünün Dış Ekonomik İlişkilerini Yürütme” görevini tamamıyla üstlenmiş durumda. “İşimiz, Ticari Diplomasi” sloganıyla yürüttüğü faaliyetlerini, Büyükelçiliklerimizin bağlı olduğu Dışişleri Bakanlığı ile Yunus Emre Enstitüsü, TİKA ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının bağlı olduğu Kültür ve Turizm Bakanlığımız başta olmak üzere yurtdışı temsilciliği olan tüm kurum ve kuruluşlarımızın sunduğu bilgi ve tecrübelerle yürütüyor. DEİK, kamu ve özel sektör kuruluşlarından edindiği geniş ve kapsamlı verilerden beslenerek ürettiği güncel verileri girişimcilere sunuyor.
Girişimcilerin küresel pazarlarda elde ettiği başarılar yalnızca kendi rekabet güçlerinden değil, önemli ölçüde hükümetlerin bahse konu piyasalarda kendilerine sağladığı bilgilendirme ve koordinasyon faaliyetlerinden kaynaklanmakta. Bu piyasalarda başarı elde eden firmaların da yine kendi ülke imajlarına olumlu etkisi olmakta ve ülkelerinin rekabetçi küresel ekonomik düzene entegrasyonlarının sağlanmasında önemli roller üstlenmekteler. Bu boyuttan bakıldığında; uzun vadede, ticari diplomasi faaliyetleri sayesinde gelişen uluslararası ticaret ise ülkelerin karşılıklı ekonomik işbirliği modellerinden faydalanmalarına yardımcı olmakta. Kısacası, ticari diplomasi faaliyetleri hem hükümetler, hem girişimciler, hem de uluslararası ekonomik düzenin uyumu açısından oldukça olumlu sonuçlar doğurmakta.
İş adamlarımızın, cesur fikir sahiplerinin, yürekli girişimci kadınlarımızın, ileriyi görebilmeleri için doğru ve güncel bilgileri hızlı, güvenilir ve eşit şekilde elde edebilmeleri gerekir. Bahsettiğimiz tüm taraflar, esasında, ticari diplomasinin aktörleri. Girişimci aktörlerin, bu durumun farkında olup olmadıklarını bilmiyoruz. Bunu bir beslenme zincirine benzetebilir ve farkındalık seviyelerini sorgulayabiliriz. Girişimcilik kavramının üzerine konumlanmış, hunharca etkinlikler düzenleyen, kurum kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri, ticari diplomasi kavramının neresindeler? Türkiye girişimcilik çevreleri, “İşimiz, Ticari Diplomasi” sloganıyla çalışan ve Türk özel sektörünün dış ekonomik ilişkilerini yürütmedeki tek yetkili kuruluşu olan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulunun neresindeler? Herşeyden önemlisi “Ticari Diplomasi”, girişimciliğin neresinde?