DOLAR 32,2021 -0.01%
EURO 35,0301 0.04%
ALTIN 2.499,50-0,03
BITCOIN 2155173-0.29924%
İzmir
30°

AZ BULUTLU

SABAHA KALAN SÜRE

Bazılarımız Daha Duyarlıdır

Bazılarımız Daha Duyarlıdır
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Çocukluktan itibaren diğerlerine karşı daha dikkatli, kendi davranışları üzerine daha çok düşünen insanlar bunlar üzerine fazla düşünmeyen insanlardan daha azınlıktadır. Duyarlı diye nitelendirebileceğimiz bu kişiler için hayat diğerlerine göre daha zor olabilir. Anne babalar da çocuklarının daha kolay bir yaşantısı olması için olabildiğince kendini koruyan olarak yetişmesine önem verirler. Anne baba için çocuğun duyarlı biri olması her zaman istendik olmayabilir. Bu durum kız ve erkek çocuklarında da farklılık gösterir. Kız çocuklarının duyarlı olması problem olmazken erkek çocukları için duyarlı olmak toplumsal cinsiyet rollerine uygun olmamak anlamına gelebilir.

Anlamak ve anlaşılmak üzerine çokça kafa yoran duyarlı insanlar, mevcut koşulları ve çevrelerindeki insanları da değiştiremediklerinden kaygı seviyeleri yüksektir. Yaşamdaki olumsuz değişikliklerde depresyon ve intihara daha meyilli olabilirler. Çok fazla uyarılma katlanılmaz olabilir.

Duyarlı insanlar hava durumu değişikliğine, şarkı, türkü gibi uyarıcılara, gibi aşırı anlam yüklerler. Olayların olumuz taraflarını çok fazla düşünürler, platonik aşık olmaya elverişlidirler, diğer insanları memnun etmeye önem verirler.

Bu duyarlılığın yorucu halinin önüne geçmek için olaylara ve insanlara dair yeni bakış açıları geliştirmek duyarlı insanlar için kolaylaştırıcı olabilir. Kendimizi anladığımızda bile duyarlı olmanın daha kolay yolunu buluyor olabiliriz. Hadi anlamaya çalışalım.

Duyarlı insanlar çokça düşünürler çünkü problem çözmenin yolunun düşünmeden geçtiğini hepimiz biliriz. Bilmeleri gereken şudur ki bazı problemler o problemle ilgili düşünmeyibıraktığımızda da çözümlenebilir. Çünkü problemin içinde hapsolmamışızdır.

Duyarlı insanlar daha çok platonik aşık olurlar çünkü duygu yoğunluğunun aktarıldığı dışdünyaya ihtiyaç duyarlar. Böylece zaten yoğun karmaşık duygular tek bir insanda toplanarak daha kontrol edilebilir haline gelir. Bu durum tabiî ki kolay bir şey değildir.

Duyarlı insanlar diğerlerini memnun etmeye çalışır çünkü diğerlerinin iyilik hali duyarlı birisi için önemlidir. Karşı tarafın da kendisine aynı şekilde davranmasını ister. Bu istek her zaman geçerli olmayabilir. Ayrıca duyarlı kişi diğerlerinin iyilik halinden her zaman kendisinin sorumlu olmadığını da kendisine hatırlatmalıdır.

Duyarlı insanların yaşamları zordur ama bir insana duyarlı olmak izni verildiğinde diğerlerinin yaşantılarını da oldukça kolaylaştıracaktır. Yani duyarlı olmanın altında ezilmeyen kişiler kendileri ve diğerleriyle ilgili detaylı düşünüp çözüm bulabilecek, toplum için iyiyi hedefleyecek, gelişime katkı sunacaktır. Ailede duyarlı,dinleyici,kabullenici birileri olduğunda kendimizi daha güvene hissederiz.

Duyarlı kişilere yardımcı olabilecek en yetkili kurum her zamanki gibi yine aile olacaktır. Çocuğun var olan özelliklerini kendilerince daha iyi olan özelliklerle değiştirmek yerine bu özelliklerle toplumda yer edinmesini, kendini olumlu değerlendirmesine katkı sunabileceklerdir.

Eğer duyarlı biriyseniz ve duyarlılığınızı kabul eden bir ailede yetişmediyseniz, yetişkin olarak kendi sorumluluğunuzu almanız ve kendinizi değersizleştirmek yerine sizin için en iyi olan versiyona doğru kendinizi engellemeden ilerlemeniz gerekebilir. Kısaca kendimizin ebeveyni olabiliriz.

Devamını Oku

10 Kasım

10 Kasım
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Bir lider geçti…. Cesaretiyle, azmiyle vatan aşkıyla… Evet bir lider geçti. Tarih 1938.. Bir sonbahar sabahı Kasım ayının 10 unda ölümüyle üzüntüye boğdu. Peki neydi bu kadar büyük yapan Mustafa Kemal Atatürk ü?.. 19 ve 20. Yüzyıla damgasını vuran lider..Bunun cevabını liderlerin o zamanki sözlerinde bulmak mümkün..

“Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır. Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye’nin doğması, yeni Türkiye’nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk’ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye’de giriştiği derin ve geniş inkılaplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur.” John F. KENNEDY (A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963)

“Asker-devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi, Türkiye’nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir.” General MCARTHUR

Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine onun fikrince bütün Avrupa’nın en kıymetli ve en ziyade dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana Avrupa’nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal olduğunu söyledi.” Franklin D. ROOSEVELT  A.B.D. Başkanı, 1928

“Atatürk, azimli bir hareketle milletini tahammül edilmez bir akıbetten kurtaran ve bütün dünyanın hayran kaldığı bir kalkınma yapan ilk devlet başkanı olmuştur.” Fulkise Becbahter

“O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı.” Prof. Walter L. Wriht Jr.

“Akıllı ve barışçı yöntemlerle gerçekleştirdiği eseri halkların tarihinde izlerini bırakacaktır.” Albert LEBRUN, Fransız Cumhurbaşkanı

 “O büyük insan yalnız Türkiye için değil, bütün doğu milletleri için de en büyük önderdi.”

Emanullah HAN Afgan Kralı

Dünyadan basın da bu ölüme geniş yer vermişti…

 “Atatürk Türkiye’yi tek düşman kalmaksızın bırakmıştır. Bu zamanımızın hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır.” Alman Volkischer Beobachter Gazetesi

“Almanya, ATATÜRK’ün eserine ve mücadelesine hayrandır. Onda, tarihi eseri, özgürlüğü seven bütün milletler için bir sembol olarak kalacak kudretli bir kişilik görmektedir.” Berlin, Alman Ajansı

“Atatürk’ün yurt kurtarıcı olduğunu, milletlerin en vefalısı olan Türkler asla unutmayacaklardır.”

Noell Roger (Gazetesi)

“Asırları asan adam !..”  Fransa, Paris Basını

“Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir memlekette, bu adam, bütün rütbeleri, kazanmıştır. O memlekete, bulabilecek en şerefli isim Ona verilmiştir.” Mercel Sauvage (Gazeteci)

“Atatürk, Türkiye’yi hesaba katılması icap eden, kuvvetli bir memleket haline getirdi.” Daily Express

“İngiltere önce, cesur ve asil bir düşman, sonra da sadık bir dost olarak tanıdığı büyük adamı selamlamaktadır.” Sunday Times

“Atatürk, şahsiyet ve yeteneğin dev gibi bir simgesi idi, O, yirminci yüzyılın en görkemli olayını yaratan adamdı.”

National Tidence Gazetesi

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ü Saygıyla minnetle anıyoruz.

 

Devamını Oku

Aliya İzzetbegoviç

0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Hayat, İnanan ve Salih Ameller işleyenler dışında kimsenin kazanamadığı bir oyundur…” Bu söz ancak bir bilgeye, böyle bir lidere yakışır. Evet Aliya İzzetbegoviç’in sözü. Hayatını bu sözü üzerine bina etmiştir. Bu kutlu davasından vazgeçmesi için birçok yol ve yöntemler denenmişse de, O bu ilke doğrultusunda gitmiş ve halkın kahramanı olmuştur. Bugün Bosna-Hersek diye bir ülke var, orada insanlar özgürce dinlerinin gereğini yerine getiriyor, kendi kendilerini idare edebiliyorlarsa bunu sağlayan en önemli isim kesinlikle ‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç’tir. Bu güçlü, dirayetli ve bilge lider Bosnalılar için tarihin o döneminde olabilecek en büyük şans, hatta nimetti. Bir halkın ayakta kalmasını sağlayan, onlara direnç ve umut veren Bilge Kral aramızdan ayrılalı 17 yıl oluyor (19 Ekim 2003). İsterseniz şöyle hayatına kısaca bir göz atalım Bilge Kral’ın…

 

DEDESİ OSMANLI SUBAYIYDI

 

“Bosna-Hersek’in kurucu Cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç, 8 Ağustos 1925 yılında Bosna-Hersek’in Şamaç kasabasında doğdu. Dedesi bir Osmanlı subayıydı. Daha sonra o dönem Sırpların baskılarından kaçarak Saraybosna’ya yerleştiler. Burada özellikle, Hırvat Ustaşaları ve Sırp Çetnikleri’nin saldırıları karşısında siyasallaşmamanın imkânı yoktu. 1943’te liseyi bitiren Aliya, Belgrad Üniversitesi’nde hukuk öğrenimine devam etti. Ama bu arada teşkilatla ilişkileri giderek güçlendi. Daha sonra Hırvatların kendisini askere almak istemesi üzerine yeniden yer değiştiren Aliya, Gradaçac’a kaçtı. Ancak 2. Dünya Savaşı sırasında ülkede Tito tarafından komünist rejim kurulmuştu. ‘Güneyli Slavların Memleketi’ anlamına gelen Yugoslavya’da Aliya, bu sefer de Sırplar tarafından askere alındı. Fakat henüz askerliği bitmeden 1946′da tutuklandı. Tutuklandığında kendisine karşı oluşturulan iddianamede Genç Müslümanlar Teşkilatı üyesi olmak, Tito’nun fikirlerini eleştirmek ve onun fikirlerini devletleştirmek isteyen savaşçı önderler kabul edilen Partizanlar’a karşı muhalefet oluşturmak, Sovyet karşıtı gizli propaganda yapmak gibi iddialar yer almıştı. 1946 -1949 yılları arasında cezaevinde yattı. Ailesi İslâmî duyarlılığa sahip bir aileydi. Ancak İzzetbegoviç, İslam karşıtı ve Müslümanları Avrupa’ya dışarıdan girmiş kimseler olarak gören bir çevrede yetişti. Saraybosna’da bir Alman lisesinde eğitim gördü. Bilime önem veren ve disiplinle çalışan bir öğrenci olarak tanındı.

MLADİ MÜSLÜMANİ ÖRGÜTÜ’NÜN KURUCULARI ARASINDAYDI

Lise çağında üstün kabiliyetleriyle ve İslamî konulara ilgisiyle öne çıktı. O dönemde bazı arkadaşlarıyla birlikte dinî konuları tartışmak amacıyla Mladi Muslimani (Müslüman Gençler Kulübü) adını verdikleri bir kulüp kurdu. Bu kulübü kurduğunda henüz 16 yaşındaydı, fakat oldukça etkin ve üretken bir düşünce kabiliyetine sahip olduğu gözleniyordu. Bu yüzden kurduğu kulüp bir düşünce kulübü olmaktan çıkarak aktivite kulübüne dönüştü. Dolayısıyla birtakım eğitim ve hayır faaliyetlerine öncülük etmeye başladı. Ayrıca genç kızlar için de ayrı bir birim oluşturdu. İkinci Dünya Savaşı esnasında da ihtiyaç sahiplerine yardım etti. İzzetbegoviç’in kurduğu Müslüman Gençler Kulübü oldukça önemli faaliyetler gerçekleştirdi. İkinci Dünya Harbi esnasındaki faaliyetleriyle de herkesin dikkatini çeken gözde bir oluşum hâline geldi. Ancak bu savaş esnasında tüm Yugoslavya, Almanların işgaline uğramıştı. Bu savaş esnasında Sırp Çetnikler Alman askerlerinin de desteğinden yararlanarak Bosna’da 100 bin Müslüman’ı öldürdüler.(II. Dünya Savaşı TitoYugoslavyası) 13 Ocak 1946’da Yugoslavya yeniden bağımsızlığına kavuştu. Ancak bu bağımsızlık hareketinde Komünist Parti yanlıları önemli bir rol üstlendiklerinden bağımsızlık sonrasında da ülkede yönetimi ele geçirdiler. Ülkenin resmî statüsünü de federal cumhuriyetler birliği olarak belirlediler. Buna göre Yugoslavya altı federal cumhuriyet ile iki özerk bölgeden oluşacak, cumhuriyetlerden biri de Bosna-Hersek Cumhuriyeti olacaktı. Komünist rejimin ülke yönetimini ele geçirmesiyle birlikte dinlere özellikle de İslam’a karşı bir savaş başladı. İzzetbegoviç, İslamî faaliyetleriyle tanındığından ve ateizme karşı olduğundan komünist baskının en önemli hedeflerinden biriydi. Bu sebeple 1949’da İslamcılık suçlamasıyla hapse girerek beş yıl hapis cezası çekti.

TİTO ZAMANINDA BASKILAR ARTTI

İzzetbegoviç’in sıkıntıları 1953’te iktidara gelen Tito zamanında daha da arttı. Fakat o bütün baskılara rağmen İslamî konularda kafa yormaya, fikirler üretmeye, etrafını aydınlatmaya devam ediyordu. Bu arada sistemin Müslümanların meseleleriyle ilgilenmesi üzere görevlendirdiği Hasan Duzu ile ilişki kurarak onunla irtibat halinde çalışmalar yürütmeye başladı. Tito’nun 1974’te yeni bir anayasa hazırlamasından sonra yönetim Müslümanlar üzerindeki baskıyı kısmen hafifleterek bazı geleneksel İslamî kurumların yeniden işlev kazanmasına imkân sağladı. Bu yumuşama üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden açıldı. Küçük çapta da olsa bir yumuşamayla bazı dinî kurumların yeniden hayata geçirilmesi Müslümanlar arasında hızlı bir İslamî uzlaşıya zemin hazırladı. 1980’de Tito ölünce federasyon cumhurbaşkanlığı konusunda bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Bunun üzerine altı federal eyaletin her birinin cumhurbaşkanının sırayla bir yıl federasyon cumhurbaşkanlığı yapması üzere anlaşma sağlandı. Bu gelişmeyle birlikte ülkede kısmen bir demokratikleşme sürecine girilmiş oldu. Çünkü federal eyaletlerde yönetime geçmek isteyenler siyasal partiler vasıtasıyla faaliyetler yürütebiliyorlardı. Buna bağlı olarak hürriyetlerde de bir genişleme oldu. İzzetbegoviç’in oğlu bu ortamdan yararlanarak babasının makalelerini bir kitapta toparlayıp, 1983’te “İslamî Manifesto” adıyla yayınladı. İzzetbegovic’in daha önce 1970’te de bu adla bir kitabı yayınlanmıştı. 1983’te söz konusu kitabın yayınlanması epey bir yankı uyandırdı. Hâkim sistem bu gelişmeye tahammül edemeyerek İzzetbegoviç’i Avrupa’nın ortasında radikal İslamî bir cumhuriyet kurmak için çalışmakla suçladı ve tutuklattı. İzzetbegoviç, mahkeme önüne çıkarılıp “hakim sistemi değiştirmek ve Bosna-Hersek’i İslamî devlete dönüştürmek için çalışmak”la itham edildi ve yargılamadan sonra 14 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Fakat bu mahkûmiyet onun kitabının bütün Bosna’da duyulmasını ve tesirini göstermesini sağladı. Müslümanlar muhtelif yollarla onun söz konusu kitabını temin etmeye çalışıyorlardı. Kitabın yazarının bu kitaptan dolayı hapiste olması okuyanların ruhlarındaki tesirinin daha da artmasına sebep oluyordu. Yargıtay kararıyla daha sonra mahkûmiyet süresi 11 yıla indirildi. 1988’de çıkarılan bir afla da serbest bırakıldı.

FİKİRLERİ DALGA DALGA YAYILDI

Beş yıllık hapis süresi (1983-1988) İzzetbegovic’in hayatında önemli etkiler yaptı. Hapiste düşünmeye, fikir üretmeye, daha önce üretilmiş fikirlerden istifade etmeye çokça fırsat buldu. Bunun yanı sıra önemli bir fikri eserinden dolayı hapse atılması olması, onun fikirlerinin çevrede daha çok yankı uyandırmasına sebep oldu. Ayrıca onun hapiste olduğu dönemde yıllarını verdiği “Doğu ve Batı Arasında İslam” adlı meşhur kitabı yayınlandı. Bu kitabını bir arkadaşı neşretti ve çok kısa zamanda geniş bir kitleye ulaşarak büyük yankı uyandırdı. İzzetbegoviç, bu kitabıyla İslam’ı sade ve öz bir şekliyle yetişen nesillere kazandırmayı hedefliyordu. İzzetbegovic, hapisten çıktığında dünyada komünist rejimler çöküş dönemine girmişti. Yugoslavya’da da eski federatif yapının korunması konusunda çok fazla bir duyarlılık kalmamıştı. Bunun yerine bağımsızlık yanlısı fikirler etkisini göstermeye başlamıştı. Ayrıca eyaletlerde yönetime geçme konusunda etkin siyasi yarışlar başlamıştı. Aliya İzzetbegoviç de Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem Partisi (SDA) adı verilen bir siyasi parti kurdu. Bu parti Bosna-Hersek’te 5 Aralık 1990’da gerçekleştirilen genel seçimleri kazanarak lideri Aliya İzzetbegoviç Cumhurbaşkanı oldu. Bu seçim SDA’nın girdiği ilk seçim olmasına rağmen büyük bir başarı elde etti ve cumhurbaşkanlığını kazanmasının yanı sıra parlamentoda da 86 sandalye elde etti. 1990’lı yıllara girildiğinde Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti içinde bir bağımsızlık hareketi baş gösterdi. Özerk cumhuriyetler birbiri ardından bağımsızlıklarını ilan ediyor ya da bu yönde niyetlerini ortaya koyuyorlardı. Bosna-Hersek de 1 Mart 1992’de gerçekleştirdiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etti. Çünkü yapılan referandumda halkın yüzde 62,8’i bağımsızlığı tercih etmişti. Ancak Sırplar hemen arkasından Bosna-Hersek yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak yeni bir katliam hareketi başlattılar. Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlık mücadelesine destek olan Avrupa ülkeleri ve ABD ise Bosna-Hersek’i Sırp saldırıları karşısında yalnız bıraktılar. Bosna-Hersek Müslümanlarını en çok sıkıntıya sokan da, Avrupa’nın üçüncü büyük ordusu Yugoslavya Federal Ordusu’nun Sırp çetnikleriyle birlikte hareket etmesi, onlara destek vermesiydi. Müslümanlarsa herhangi bir askerî destekten yoksun ve silah yönünden çok zayıftılar. Sonuçta Sırplar Bosna-Hersek’in önemli şehirlerini işgal ettiler. Bu işgal hareketi bir milyona yakın Müslüman’ı göçe zorladı. Sırplar işgal ettikleri yerlerde hem katliam hem de yıkım gerçekleştiriyorlardı. Özellikle camileri ve İslamî izler taşıyan tarihî eserleri yıkmaya özen gösteriyorlardı.

250 BİN BOŞNAK’I KATLETTİLER

Bosna-Hersek meselesinin çözümü için değişik tarihlerde gerçekleştirilen görüşmeler ve arabuluculuk çalışmaları da bir sonuç vermedi. 1994’ün sonuna gelindiğinde Bosna-Hersek’teki iç savaşın aldığı can sayısı 250 bini, göçe zorladığı insan sayısı ise 1 milyonu aşmıştı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Aliyaİzetbegoviç çok büyük askerî güce ve imkana sahip olan Sırplarla, her türlü askeri imkandan yoksun ve hiçbir dış desteğe sahip olmayan Bosna-Hersek halkını karşı karşıya getirmemek için önce oldukça temkinli bir politika izledi. Bosna-Hersek Müslümanları’nın direnişlerine Müslüman Halklar Grubu sahip çıktı. İslam dünyasının muhtelif bölgelerinden gençler direnişçiler soykırıma dur demek için bu ülkeye gitti. Direniş ve savaş aynı zamanda Bosna-Hersek Müslümanları arasında İslamî bilinçlenmenin artmasını da sağladı. Ancak ülke yönetimleri Bosna-Hersek Müslümanları’nı büyük ölçüde yalnız bıraktılar. Buna ek olarak Avrupa ve ABD, ezilen ve katliamlara maruz kalan Bosna-Hersek halkına hiçbir şekilde destek çıkmadı. Katliamın son raddesine vardığı sırada da Sırpların isteklerini kabul etmeleri için Müslümanlara baskı yaptılar. İşte bu siyasi baskılar ve eşit olmayan savaş şartları karşısında İzzetbegoviç, önüne konulan anlaşmayı kabul etmiştir. Çünkü savaşın devam etmesi Bosna Müslümanları’nın tam bir soykırımla karşı karşıya gelmeleri gibi sonucun doğmasına sebep olabileceğini düşünüyordu. Neticede 1995’te ABD tarafından dayatılan Dayton Anlaşması’nın imzalanmasıyla savaş sona erdi. Anlaşma Bosna-Hersek topraklarının yüzde 51’ini Müslümanlara ve Hristiyan Hırvatlara, yüzde 49’unu da Bosna-Hersek Sırpları’na (veya bu ülkeye yerleşmiş Sırplara) veriyordu. Yönetimin de bu 3 halk arasında paylaşılmasını şart koşuyordu. Anlaşmayla Amerika Birleşik Devletleri, aynı zamanda Müslümanlara ellerindeki silahları imha etmelerini ve ABD patentli silahları, yedek parçasız bir şekilde satın almalarını şart koştu. Bosna-Hersek Savaşı, ABD ve Avrupa’nın haçlı kimliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Bunu bizzat Avrupalı tarihçiler ve yorumcular da itiraf etmiş ve bu savaşta Batılıların 19. yüzyıldaki sömürgeci kimliklerine geri döndüklerine dikkat çekmişlerdir.(Kaynak  : vikipedia)

MÜSLÜMANLARIN KALBİNDE TAHT KURDU

Aliya, mücadelesi ve siyasi kararlılığı nedeniyle tüm Müslümanların kalbinde taht kurmuştu. Aliya, SDA’nın Genel Kurulu’ndaki veda konuşmasında şunları söylüyordu: “Bu günleri gösteren yüce Allah’a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennette buluşacağız, onları Allah’ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada herşey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah’a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüz binler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım.”

“Çektiğimiz zulümleri imanımızla göğüsledik”, “Hayat kısa değil, ben onu uzun buluyorum.”

Dilerseniz bu müthiş liderin dünya kamuoyunda da derin yer etmiş sözlerini paylaşmaya devam edelim.

“…

Teslimiyet insanın bir bütün olarak dünyaya ve kendi faaliyetinin neticelerine karşı iç tutumudur. Allah’ın idaresine teslimiyet, insanların iradelerine karşı bağımsızlık demektir. Allah’a itaat insana itaati meneder. Bu, insan ile Allah arasında ve dolayısıyla insan ile insan arasında yeni bir münasebet teşkil etmektedir. Onun için kaderi kabul etmek kendini en büyük ölçüde hür hissetmektir. Bu öyle bir hürriyettir ki, kaderi yerine getirmekle ahenk içinde olmakla kazanılır. Mücadelemizi insani ve makbul kılan, ona telkin ve huzur kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir.”

“… Bana acılar ve kendi halkımla birlikte geçirmekte olduğum imtihan da dahil, tüm bahşettikleri için Allah’a şükrediyorum.”

Bize yapılan soykırımı unutursak bunu bir daha yaşamaya mecburuz, size asla intikam peşinden koşun demiyorum ama yapılanları da asla unutmayın!

“Ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı; dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.”

“Bizler insan olmaya ve insan kalmaya çalıştık ve başarılı olduk. Ancak bunu onlardan(Sırplardan) dolayı yapmadığımızın altını çizmeliyim. Kendimizden dolayı insan kalmaya çalıştık, onlardan dolayı değil. Onlara hiçbir şey borçlu değiliz. İnsan olmak ve insan kalmak, Allaha ve kendimize karşı sorumluluğumuzdur. Onlara karşı değil.”

“Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın.”

HER ŞEYE KADİR OLAN ALLAH’A ANDOLSUN Kİ KÖLE OLMAYACAĞIZ

Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”

Nefrete nefretle cevap vermeyin. Bosna için nefret çıkmaz sokaktır. Nefret sadece bizim ruhlarımızı zedelemiyor, Bosna’nın özünü de zedeliyor

“Ey teslimiyet, senin adın İslam’dır!”

Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.”

Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.

Hukuk benim için sadece meslek değil inancım, yaşam tercihim ve hayat felsefem.

Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız.

Neden sık sık İslâm’a vurgu yaptığı sorularına şöyle cevap vermiştir..

“Boşnakları Boşnak yapan; Sırplardan, Hırvatlardan ayıran dinidir. O olmazsa biz de olmayız”

HUTBEYİ TAMAMLAYIN

Savaşın devam ettiği yıllarda havanın sisli olduğu bir kış günü cuma namazını kılmak için Gazi Hüsrev Bey Camii’ne gider. Bombardımana rağmen cami tıklım tıklım doludur. Aliya görününce imam hutbeyi durdurur, ön saflardan ayağa kalkanlar kendisine yer vermek isterler. Ancak Aliya kişiliği yansıtan şu sözleri söyler; “Burası Allah’ın evidir. Burada farklılık olmaz.. Allah katında en üstün olan, takva sahibi olandır. Camide herkes bulduğu yere oturur. Ben burada oturacağım. Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; ama, İslam’ı inşallah çiğnetmeyeceğiz.. Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın!

Bir gün sokakta top mermileri düşer ve yerde yatmakta olan kadın “Başkanım toplar düşüyor ve siz hala yürüyorsunuz” der. Aliya bu çok düşünülmüş ve uzun yürüyüştür diyerek yürüyüşünü sürdürür.

MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE

Bilgisiz kimselerin zihinlerinde kargaşa yaratmak için başvurulacak ilk ve en etkili yol, milli olanla milliyetçi olan arasındaki farkı gözden kaçırmaktır. Aslında bu fark bazen sevgi ve nefret arasındaki fark kadar büyük olabilir. Milli duyguları olan bir insan, kendi halkını sever, onların kusurlarını da erdemlerini de kendi üstünde taşır, o halka aittir. Bir milliyetçi ise kendi halkını sevmekten çok başkalarından nefret eder, daha da önemlisi, uygulamada, başkalarının mülkü olan şeyi ister. Başkalarına ait farklılıkları boğar, hoşgörüsüzdür, fiziksel baskı uygular. Kendisine ait olanı savunmaz, olmayanı da ister. Aşırı milliyetçiliğin özünde Tanrı’ya inanç yoktur. Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır (ve bütün hakikatler basittir): Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre…

AliyaIzzetbegovic (Dnevni Avaz, 8 Nisan 1999)

Da te nije Alija!..(sen olmasaydın Aliya)

“Güneşin doğduğu yere

Yıldızların parladığı yere

Bulutsuz gökyüzünün derinliğine

Günahsız ruhların yuva kurduğu yere

Gözlerin karanlıktan korktuğu yere

Yüzümü çeviriyorum

O kadar parlamazdı ışığı

Benim güzel yurdumun

Ben ışığı karanlıklarda arardım

Aliya sen olmasaydın…”

(DİNO MERLİN)

 

Devamını Oku

Karabağ’da Ne Olmuştu? Ne Oluyor?

Karabağ’da Ne Olmuştu? Ne Oluyor?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 

Biz bu acıyı Hocalı’dan beri çok beri öyle derinden hissediyoruz ki.. Ermenistan’ın Pazar sabahı saat 6 sularında saldırıp asker ve sivilleri şehit etmesinin ardından Azerbaycan kuvvetlerinin müthiş karşı savunması ve misliyle karşılık vermesiyle dünya gündemine oturdu. Peki Dağlık Karabağ neresidir? Dağlık Karabağ Sorunu nedir? Dağlık Karabağ, Güney Kafkasya’da hukuken Azerbaycan’a bağlı ancak de facto olarak hiçbir ülke tarafından tanınmayan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin egemenliği altında bulunan tarihi bölgeye verilen isim. Dağlık Karabağ sorunu, Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Ermenilerin bu bölgelerde hak iddia etmesiyle başladı. Ermeniler, 1991’de Hankendi’yi, 1992’de Hocalı ve

Şuşa’yı işgal etti. Daha sonra Laçın, Hocavend, Kelbecer ve Ağdere’yi de ele geçiren Ermeniler, 1993’te Ağdam’a girdi. Ağdam’ı, Cebrayıl, Fuzuli, Gubadlı ve Zengilan illerinin işgali izledi. Bunun sonucu olarak 1 milyon Azerbaycanlı Türk göç etmek zorunda kaldı. Evlerinden, yurtlarından sevdiklerinden ayrı kaldı. Bu işgal Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini oluşturmaktaydı. Aslında Azerbaycan ile Ermenistan’daki, Karabağ’daki çatışmalar 1988’de Sovyet döneminde başladı. Bu dönemde Azerbaycan Türklerinin nüfusu göçler nedeniyle yüzde 20’ye kadar geriledi. 1991’de bölgede kalan Azerbaycan Türkleri’nin boykot ettiği referandumda Ermeniler, Azerbaycan’dan ayrılma yönünde oy kullandı…

 

NEDEN ÖNEMLİ?

 

Peki bu bölge neden bu kadar önemli? Çünkü Petrol kaynakları ve doğalgaz boru hatlarından dolayı büyük bir öneme sahip. Ermenistan’ın da desteğiyle Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığı ilan edildi. Uluslar arası toplum tarafından tanınmadı. Savaş başladı. İki ülke dağlık Karabağ sorunu nedeniyle 20 binden fazla kayıp verdi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi yaklaşık bir milyon Azerbaycan

Türkü zorla göç etmek zorunda kaldı… 4-5 Mayıs 1994’te Azerbaycan ve Ermenistan, Bişkek te Bağımsız Devletler Topluluğu Parlamentolararası Meclisi, Kırgızistan Parlamantosu Rusya Federal Meclisi ve Dışişleri Bakanlığı’nın inisiyatifiyle “Bişkek Protokolü” olarak bilinen ateşkes anlaşmasını imzaladı. Ancak ateşkes, kağıt üzerinde kaldı ve çatışmalarda binlerce asker öldü.

Minsk Grubu, Ermenistan-Azerbaycan anlaşmazlığı ve Dağlık Karabağ sorununun

barışçıl yollarla çözülmesini teşvik ve taraflar arasında aracılık etmek amacıyla 1992’de kuruldu. Eş başkanlığını Rusya, Fransa ve ABD’nin yürüttüğü AGİT Minsk Grubu, aradan geçen 28 yılda birçok girişimde bulunmasına rağmen Dağlık Karabağ sorununun çözümüne yönelik somut neticeler elde edemedi. Şimdi ne mi oldu? Bence Ermenistan ava giderken avlandı. Azerbaycan ordusu Ermenistan işgalini adım adım geri püskürtüyor. Seferberlik ilan edildi. İnşallah sefer bizden

zafer Allah tan..

 

Devamını Oku

9 Eylül… Ege’nin İncisi

9 Eylül… Ege’nin İncisi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

9 EYLÜL..EGE’NİN İNCİSİ..İZMİR’İN KURTULUŞU..

Ege’nin incisi güzel İzmirimizin kurtuluşunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önemli bir yer tutar. 2020 yılında bu nadide şehrimizin üzerinde rahat ve özgürce dolaşıyorsak, 9 Eylül 1922 yılında kurtuluş mücadelesini canı pahasına veren atalarımızın bize bu vatanı” Ölürsem ŞEHİT, kalırsam GAZİ“ anlayışıyla emanet etmesi sayesindedir. Öyle kolay kazanılmadı. Bakın İzmir’e ilk giren Türk süvari müfrezesi kumandanı Hükümet Konağı’na şanlı bayrağımızı çeken kahraman Binbaşı Şerafettin (İzmir) anlatıyor:
“Eylülün sekizinci günü sabahleyin saat on birde süvari kolordusunu teşkil eden fırkaların kol başları Manisa önüne geldikleri zaman Manisa kasabası alevler içinde yanıyordu. Burada gördüğümüz manzara cidden fecî idi. Yollar, sokaklar şehit edilmiş Müslüman cesetleri, şuraya buraya atılmış her nevi eşya ile dolu idi. Dehşet içinde kalan ahaliden düşman zulmünden kurtulabilenler bağlara, derelere iltica etmişlerdi. Bu esnada bizi gören perakende düşman efradı da ateş etmeye başlamıştı. Bu efrat fırkanın muhtelif kıt’aları tarafından kuşatılarak esir edildiler. Bundan sonra kıtaat tekrar İzmir üzerine seri yürüyüş halindeki düşmanla teması muhafaza ediyorduk. Sabuncu Boğazı’na girdikten sonra, Bornova’nın şark sırtlarında mevki almış düşman kuvvetleriyle muharebeye tutuştuk. Geceyi boğazda geçirdikten sonra Eylülün dokuzuncu günü sabahleyin Kaymakam Reşat Bey kumandası altında bulunan alayımız, aldığı emir üzerine orada tevakkuf etmeyerek İzmir üzerine harekete geçti. Reşat Bey alayın üçüncü bölüğünü uc bölüğü olarak ileriden harekete ve beni de bölüğü idareye memur etmişti. alayımızın diğer bölükleri de arkadan geliyordu. Sabuncu Boğazı’ndan çıkar çıkmaz bütün ihtişamiyle Akdenizin kıyısında uzanan İzmir’i gördük. Senelerden beri derin bir tahassürle özlediğimiz İzmir, şimdi gözümüzün önünde idi. Nihayet biraz sonra ona da kavuşacaktık.
Bu esnada heyecanımız fevkalâde artmış, gözlerimiz sevinç yaşlarıyla dolmuştu. Bütün sür’atimizle İzmir’e doğru koşuyorduk.
BORNOVA’DA ATEŞ
Bornova kasabası kenarına geldiğimiz zaman, Bornova’nın şimalî garbî sırtlarında düşman ateşine maruz kaldık. Üçüncü bölük kumandanı İskender Beyle beraber dürbünle tarassut ettik. Düşman bize o kadar ehemmiyetli görünmemekle beraber oldukça kuvvetliydi. Buna rağmen biz ateş muharebesiyle vakit geçirmeyip hemen Bornova’ya dahil olmaya ve sür’atle İzmir şosesine geçmeye karar verdik ve seri yürüyüşle Bornova kasabasına dahil olduk. Fakat sokak aralarından geçerken tahmin ettiğimiz gibi bizi evlerden, şuradan buradan müthiş bir ateş karşıladı. Bu esnada benim atım yaralanmış ve bilâhare ölmüştü. Düşmanla muharebe ettiğimizi gören Alay Kumandanı Reşat Bey derhal Amasyalı Mehmet Beyin bölüğünü de bizim bölüğü takviyeye gönderdi. Beni de bu iki bölükten mürekkep olan müfrezenin kumandanlığına tayin etti. Sokak muharebesinden sonra Bornova istasyonunu işgal ve badehu İzmir şosesine dahil olarak yürüyüşümüze devam ettik. Bu esnada sabık On Üçüncü Alay Kumandanı (sonradan Başvekâlet yaveri) Binbaşı Atıf Beyle fırkadan gönderilen fırka emir zabiti Hamdi Efendi de bize iltihak etmişlerdi. Atıf Bey, İzmir’de mehafili ecnebiye ile ordu namına temas için mükâleme memuru olarak gönderilmişti.
Düşmanda kuvvei maneviye kalmamıştı” İnsanın bu hatıratı okurken duygulanmaması mümkün değil.
TAM 98 YIL OLDU
9 Eylül 1922 Esaretin bittiği Yaman, Yiğit Halkın yüreği.. Lal oldu düşmanın dili.. Üzerine hiçbir kirli ayağın basamayacağı.. Lalezar, inci mercanımsın İZMİR im.. Tam 98 yıl oldu. Vatanımız ve Ege nin incisi İzmir ile ilgili iğrenç planların nasıl boşa çıktığını yukarıda paylaştığımız hatıra çok güzel anlatıyor.. Dilerseniz kronolojik sırayla bu büyük kurtuluşun daha iyi anlaşılmasına çalışalım.
Büyük Taarruz harekâtı sonucu Türk ordusunun işgal altındaki İzmir’e 9 Eylül 1922’de girmesi, Mudanya Ateşkes Antlaşması ve devamında Lozan Barış Antlaşması’na uzanan süreci başlatması nedeniyle Milli Mücadele’nin sona ererek milletimizin kurtuluşu ve bağımsızlığını elde edişinin simgesi olmuş çok önemli bir tarihi olaydır. Bu tarihi olay Anadolu’da Milli Mücadele’nin başlaması açısından çok önemlidir. İzmir’in işgaline kadar olan süreçte Anadolu’da dağınık ve örgütsüz bir yapılanma vardı. İzmir’in işgali Anadolu insanının direniş ÖZGÜRLÜK düşüncesini körüklemiş, İstanbul’da başlayan işgali protesto mitingleri Damat Ferit hükümetinin çökmesine sebep olmuş; örgütlenme ve protesto mitingleri Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmıştı. Artık İzmir, Anadolu harekâtı için sembol haline getirilmişti. Birinci İnönü, İkinci İnönü, Aslıhanlar-Dumlupınar ve Sakarya Meydan Muharebeleri milli mücadelenin kazanılmasında önemli adımlar atılmıştı. Bugünümüzü borçlu olduğumuz, bu vatanın sevdalısı imanlı Türk ordusu tarafından 26 Ağustos 1922’de başlatılan Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı’nın son safhasını temsil etmektedir. Kesin zafer beş gün içinde şöyle elde edildi; 30 Ağustos’ta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ordulara bir bildiri yayımlayarak “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” tarihi emrini verdi ve 2 Eylül’de Uşak’a giren Türk ordusu ilerlemeye devam ediyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın emrindeki ordulara 1 Eylül’de verdiği tarihi emirle başlayan ve 18 Eylül 1922 tarihine kadar yapılan Takip Harekâtı ile bütün Batı Anadolu’daki Yunan askerleri Türk sınırları dışına atılmıştı. Takip harekatın başarı ile sonuçlanması sayesinde İzmit bölgesinden İstanbul Boğazı’na, Balıkesir bölgesinden Çanakkale Boğazı’na kadar Türk ordusu için hayati önem taşıyan diğer stratejik hedefler de İtilaf Devletlerinin işgalinden, kurtarılmıştır. İzmir’e girişte birkaç hafif ateşle karşılaşmaktan başka bir direnç görmeyen Türk süvarileri, bir İngiliz deniz müfrezesinin de selam duruşuyla Kordonboyu’nu geçerek Konak’taki Hükümet Konağı’na ulaştı. Pasaport civarında atılan bir el bombasıyla hafif şekilde yaralanan Yüzbaşı Şerafettin’in Hükümet Konağı balkonundaki bayrak direğine Türk bayrağı çekmesinin ardından, Yüzbaşı Zeki komutasındaki süvari birliğince de Hükümet Konağı’nın hemen sağ tarafında yer alan Sarıkışla ile Kadifekale’ye de Türk bayrakları çekilerek İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşu ilan edilmiş oldu. Mustafa Kemal Paşa nın, yanında Fevzi Paşa ve İsmet Paşa olduğu halde, 10 Eylül sabahı İzmir’e gelişi görkemli oldu. Kent adeta ayağa kalktı. İzmir’e girişinden iki gün sonra Başkomutan, Şerafeddin Yüzbaşı’ya, ”İzmir” adını da ismiyle beraber kullanmasını önerdi. Genç subayda paşasını kırmadı ve soyadı kanununa kadar isim olarak adıyla beraber “İzmir’i “ kullandı, soyadı kanunun çıkmasından sonra İzmir” soyadını aldı. Mustafa Kemal Hükümet Konağı’nda kısa tarihi bir konuşma yapar. “BU BAŞARI MİLLETİNDİR…”

Devamını Oku