DOLAR 32,2284 0.29%
EURO 35,0296 0.08%
ALTIN 2.429,640,05
BITCOIN 22462232.54236%
İzmir
°

SABAHA KALAN SÜRE

Memleketin ahvali üzerine birkaç lakırdı

ABONE OL
03/09/2020 00:55
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Boşverin siz Ankara’daki siyasetçi tayfasının “ordu siyasete burnunu sokuyor.” ya da “tarikatlar siyasetçileri parmağında oynatıyor.” diye kayıkçı kavgası yapmalarına. Bu coğrafyada binlerce yıldır, askerin de tarikatların da  siyaset dünyasının içinde olmaları, birer vakka-i adiyeden ibarettir.

 

“Ordunun siyasete müdahalesi” meselesi bizim için hiç bitmeyen pek eski bir hikayedir. Eski dediysek kastettiğimiz 27 Mayıs İhtilali filan olduğu düşünülmesin, yanlışımız varsa tarihçi dostlarımız düzeltsinler, 1402 Ankara Savaşından sonra başlayan Fetret Devrinden bu yana Anadolu coğrafyasında askerin siyasete müdahil olmadığı bir döneme rastlayamazsınız.

 

Lakin, söz konusu olan “tarikatların siyasete müdahalesi” ise çok daha eskilere gitmek icap eder. Hasan Sabbah’ın İsmaili öğretisini yaymak adına meşhur Alamut Kalesini üs seçip Selçuklu siyasetini nasıl ateşe verdiğini öğrenmek için 11. yüzyıla kadar gitmek icap eder.

 

Değerli üstat İlber ORTAYLI hocanın hükümet büyüklerini rahatsız etmek pahasına söylediği gibi “Türkler asker millettir.”

 

Buna karşın bir diğer tarihi gerçek de 29 Ağustos 1516’dan 3 Mart 1924’e kadar ülkemizi idare eden Padişahların aynı zamanda “İslam Halifesi” ünvanını taşımalarıdır. Netice olarak siyaset dünyasında “karargahların ya da tarikatların gölgesi” meselesi yeni çıkmış bir icat değildir.

 

GÖRDÜN MÜ BİZİM DELİYİ

 

Lozan Mübadilleri Vakfının e-grubu, bazen tam bir “yakın tarih dersleri” tadında hizmet veriyor. Bir arkadaşımız, Asım US’un “Gördüklerim Duyduklarım Duygularım” isimli kitabından yaptığı alıntıda, Mustafa Kemal’in Balkan Savaşından önce, Selanik Kolordusundaki görevi sırasında “Küçük Balkan Devletleri birleşip saldırırsa ne yapmak icap eder.” Diye savunma planları üzerinde çalıştığına değinilmiş. Bu çalışmaları yaptığı sırada kendisini ziyaret eden İttihat ve Terakki Fırkasının liderleinden Talat Paşa ve Hacı Adil Bey’in Mustafa Kemal’e burun kıvırdığını öğreniyoruz. Hatta Talat Paşa’nın Mustafa Kemal’in arkasından “Gördün mü bizim deliyi?” dediği belirtiliyor.

 

Balkan harbi patlayıp Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan orduları Osmanlı topraklarına çullandığıda Mustafa Kemal ve bazı yetenekli subaylar, Trablusgarp savunması için Libya’daydı.

 

Balkan Harbi bittiğinde Osmanlı’nın altıyüz yıl kaldığı “Rumeli Türkiyesi” tümüyle elden çıkmış, Osmanlı için acı son görünmüştü. Peki Mustafa Kemal’in ön görebildiği Balkan faciasını İstanbul’daki siyasetçiler görememişler miydi?

 

1912 yaz aylarında Selanik’teki yedek kuvvetler (redif) terhis edilmiş, ülkede hiçbir savaş hazırlığı yapılmamıştır. 8 Ekim 1912’de Balkan Devletleri eş güdümlü olarak Osmanlı topraklarına çullandıklarında onları sadece hazırlıksız sınır birlikleri karşılayabilmiş, Anadolu’dan asker nakli yapılması bile mümkün olamamıştır.

 

İstanbul’da son derece sert ve yıpratıcı iktidar kavgaları verirlerken ülkeyi savunmak için gerekli hiçbir düzenleme yapılamamıştır.

 

Bugünlerde Türkiye’de birileri “güneydoğuda top yekun bir ayaklanma çıkarsa, ve bunun neticesi olarak ülkenin bir bölümü uluslararası güçlerin işgaline uğrarsa ne yaparız?” diye kafa yoruyor mu bilmiyorum.

 

Ama dilerim ki yürütülen acımasız iktidar kavgasına malzeme edilen ve dolayısıyla “morali bozulan” askerlerimize, doksan küsür sene evvelki Balkan harbinde olduğu gibi hayati bir tehlike vesilesiyle görev düşmez.

 

ATATÜRK VE TARİKAT HALISI

 

Prof. Yurdakul’un “Atatürk’ten hiç yayınlanmamış anılar” isimli kitabından alıntıyla paylaşılan bir başka elektronik mektupta,  Mustafa Kemal’in yaveri Muzaffer KILIÇ’ın bir hatırası anlatılmış.

 

Birgün Samanpazarı’ndaki bir esnaf ziyaretinde, dönemin Konya milletvekili olan Mevlevi Abdülhalim Efendi’nin satılmak üzere emanet ettiği eski ve kıymetli bir halıyı gören Mustafa Kemal, duruma üzülür. Çünkü Abdülhalim Efendi, aldığı İslami terbiyenin bir gereği olarak tüm misafirlere kapısı açık, ikramda kusur etmeyen, değerli birisidir.

 

Esnafa istenen parayı ödeyen Mustafa Kemal, halının kendisine geri götürülmesini buyurur. Aynı akşam Abdülhalim Efendi’yi ziyaret eder ve mütevazi evinde kahvesini içer.  Abdülhalim Efendi, gecenin sonunda “Efendim, halıyı aldığınızı öğrendim. Müsaadenizle halıyı arabanıza koyalım.” der.

 

Mustafa Kemal gülümseyerek, “Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz.” diye cevap verir. Bu halı, daha ileriki yıllarda, Konya’da kurulan mevlana müzesine Abdülhalim Efendi tarafından bağışlanır.

 

Kıssadan hisse, çene ishaline tutulmuş bazı örümcek kafalıların söyledikleri gibi Atatürk, “din düşmanı” bir lider değildir. Tam tersine, gerçek müminlere ve bir makul çizgideki tarikatlara karşı saygılıdır.

 

Galiba bu öyküden çıkarılabilecek ikinci bir kıssa da “herkese açık sofrasını yaşatmak için ata yadigari halısını satmayı göze alan” Abdülhalim Efendi gibi gerçek tarikat liderlerinden alınacak dersler olsa gerek.

 

Bugün dünyanın dört yanında masum müminlerin saf inançlarını sömürerek milyar dolarlık servetlerin üzerinde ömürlerini devam ettiren din bezirganlarına bakıp da aldanmamak lazım. Abdülhalim Efendi gibi gerçek tarikat liderlerine saygımızı yitirmeden, “müslümanlıkla şereflendirilmenin onuru” içinde yaşamaya devam edelim…

 

Ankara’dakiler ne kadar aksini kanıtlamaya çalışırsa çalışsın; Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlık birbirinin düşmanı değil, tamamlayıcısıdır!

 

 

 

 

 

 

 


    En az 10 karakter gerekli